06/12/2014 | Yazar: Kaos GL

Militarizm, milliyetçilik ile el ele vererek iktidar yapısının kendini yeniden üretmesi için öncelikle normatif bir kadın erkek ikiliği yaratır.

Queer politikalar ve militarizm: Vicdani ret örneği Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Erkek egemenliğinin önemli araçlarından birisi olarak kurgulanan militarizme karşı politik eylemlerde dahi, bu eylemlere içkin bir erkek egemenliği riskinin var olabileceğini bize feminizmin toplumsal cinsiyete dayalı analizleri gösterebilir.
 
Erkan Eroğlu Kaos GL Dergisi’nin Eylül-Ekim 2014 20. yıl özel sayısına yazdı:
 
Militarizm olgusunu queer bir perspektifle tartışmayı deneyeceğim bu çalışmada özel olarak vicdani ret pratiğinin politik bir eylem olarak ele alınıp alınamayacağını ve anti-militarist bir eylem olarak görülen bu pratiğin queer politikalar açısından nasıl bir anlam taşıyabileceğini incelemeyi hedefliyorum.
 
Bu incelemeyi yaparken ilk bölümde vicdani reddin politik mi yoksa ahlâki bir eylem mi sayılabileceği üzerine bir tartışma yürütülecek. Politika ve ahlâk arasındaki gerilimle tanımlamaya çalışacağımız vicdani ret pratiğinin, yasa ve adalet tartışması üzerinden politik anlamını ortaya çıkarmayı amaçlamaktayız. Yasa ve adalet tartışmasını önemsememizin nedeni ise yasanın iktidarın normalizasyon sürecinde oynadığı rolü yansıtması, adalet kavramının ise bu normalizasyonu aşan politik tartışmalara imkân vermesidir. Bu politik tartışmalar Judith Butler’ın Antigone örneği üzerinden kurguladığı “İdrak edilebilir hayat nedir?” sorusuna dair ürettiği fikirler bağlamında queer politikalarla ilişkilendirilecektir. İkinci bölümde, militarizm olgusu iktidarın kendini yeniden üretmesi açısından sahip olduğu araçsallık bağlamında Foucaultcu iktidar analiziyle ele alınacak ve bu araçsallığın toplumsal cinsiyet ile ilişkisi üzerinde durulacaktır. Toplumsal cinsiyet ve militarizm arasındaki ilişkiye değindikten sonra son bölümde vicdani ret eylemlerinin queer bağlamda performativiteyle nasıl ilişkilendirilebileceği üzerinde durulacaktır. Bu çalışmayı yaparken amacımız, vicdani ret pratiğinin performatif dönüştürücü bir eylem olarak kurgulanabileceğine dair sezgimizi queer bakış açısıyla temellendirmeye çalışmaktır.
 
Birinci Bölüm: Vicdani Reddin Politik Anlamı
 
Vicdani reddin politik mi yoksa ahlâki bir eylem mi olduğu sorusunu cevaplamak bu çalışmada incelemeyi hedeflediğimiz militarizmin queer perspektiften ele alınabilmesi açısından önem arz etmektedir. Çünkü militarizme bir karşı çıkış olarak tanımlanabilecek vicdani ret pratiği, karşı çıktığı olguyu dönüştürebildiği ölçüde başarılı sayılacağından bu başarının, reddeden kişinin vicdanını rahatlatması ötesinde politik ve kollektif bir eylemlilik olarak gerçekleşmesi beklenir. Hâlbuki vicdan, felsefi anlamda bireyin öznel tanımına dayalı değerin ifadesi olarak görülür. Yani vicdana dayalı herhangi bir eylem politiklikten ayrı bir şekilde ahlakilikle malûldür. Politiklikten anlaşılan ise bireyin öznelliğine dair tanımlamalar değil toplumu niteleyen değerlerdir. Bu bakımdan vicdani ret, bireyin kendi benliğini, ahlâksal bütünlüğünü ve değerini koruma adına ortaya koyduğu eylemlerdir. Örneğin vicdani retçinin kendi ahlâki değerlerinden ötürü savaşa dahil olmama isteğini belirtmesi, onun savaşa karşı bir birey olduğunu değil sadece savaşmama isteğini gösterir. Bu durumdaki vicdani retçinin militarizme karşı politik bir eylemlilik halinde olduğu sonucuna da varamayız. Çünkü militarizm karşıtlığı savaşa katılmamanın ötesinde savaşa ve savaş temelli kurulmuş toplumun tüm kurumlarına karşı bir tavır geliştirmeyi gerektirir. Bu bağlamda anti-militarizm, politik bir eylemlilik halidir. Fakat bu çalışmada, giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, vicdani reddi ahlâki anlamıyla sınırlı tutmak yerine yasa ve adalet üzerine yapacağımız bir tartışma ile onun politik, diğer bir deyişle dönüştürücü yönünü ortaya çıkarmayı hedefliyoruz. Burada dönüştürücülükten kastedilen vicdani reddin performatif bir eylem olarak tanımlanabilme potansiyelidir. Eğer bu potansiyeli ortaya çıkartabilirsek meselenin queer perspektifle bağlantısını kurmaya başlayabiliriz. Düşünülebileceği gibi bu bağlantı performativite üzerinden anlamlandırılacaktır.
 
Yasa ve adalet arasındaki gerilime değinmeden önce Nilgün Toker’in vicdani red ile ilgili yaptığı şu tanıma göz atmak faydalı olabilir: “Bireyin değeri ya da kendi ‘iyi’sinin, toplumun kolektif değeri ya da iyisiyle örtüşmediği durumlarda, bireyin kendi benliğini ve ahlâksal bütünlüğünü korumak için, toplumun ‘genel iyi’si anlamına gelen yasaya uymama ve bu yasanın gerektirdiği yükümlülüğü yerine getirmeme kararında temellenen vicdani ret, tam da bu niteliğinden dolayı öznel, bireysel bir tavır alışın ifadesidir.” (Çınar & Üsterci, 2008, s. 80) Fakat, yasal olanın her zaman adil olmayabileceği düşüncesini aklımızda tutarsak, bireysel iyi ile ortak iyi arasında bir gerilim olduğunu ve bu gerilimin tam da sözünü ettiğimiz yasa ve adalet arasındaki gerilime denk düştüğünü işaretlemiş oluruz. Yani bireyin yasaya uyma yükümlülüğü ile kendi değerini koruma ahlâksal yükümlülüğü arasında vicdani ret söz konusu olduğunda bir uyuşmazlık olabilir. Bu durumda şayet ahlâksal bütünlüğü bozacak bir yasanın adil olmayacağını varsayar isek, ki pozitif hukuk bu şekilde varsayar, vicdani ret adalet ilkesi gereği kabul edilmesi gereken bir yasaya dönüşmelidir. Geldiğimiz noktada artık, yukarıda da bahsedilen vicdanın ahlâki değerleriyle uyuşmayan bir yasanın, adalet ilkesi bakımından sorunsallaştırılabileceğini iddia edebiliriz. Fakat unutmamak gerekir ki bu yasa, vicdana dayalı değil yasanın taşıması gereken adalet ilkesi uyarınca sorunsallaştırılabilir. Kuşkusuz vicdani ret, adından da anlaşılacağı üzere, vicdana dayalı bir eylemdir fakat vicdana dayalı bir eylemin dahi yasa ve adalet arasındaki gerilimi görünür kılmasından dolayı bu eylem sadece ahlâki boyutuyla değerlendirilemez hale gelir, politikleşir. Fakat yine de ahlâki nedenlerden dolayı yasaya yönelik bir itirazın, yukarıda sözünü ettiğimiz vicdani ret paradigmasına düşme riski vardır. Bu risk yasanın sadece talep edilen ahlâki değeri kabulü ile ortaya çıkar ki bu durumda vicdani reddin dönüştürücü etkisinden bahsedemez hale geliriz. Yani yasa bireyin ahlaki bütünlüğünü korur fakat ret eyleminin barındırdığı politik dönüştürme potansiyelini soğurabilir. Böylece vicdani ret, militarizm karşıtlığı olarak değerlendirilemez hale gelir. Çünkü militarizm karşıtlığı tam da ret pratiğinden beklediğimiz politik bir eylemlilik halini gerektirir. Meseleyi queer bir perspektifle değerlendirmeye çalıştığımız için vicdani reddin performatif dönüştürücü potansiyeline işaret etmemiz gerekiyor. Bu dönüştürücülük bireysel ve ahlâki olanın dışına taşıp kollektif ve politik bir bağlamda sivil itaatsizlik kavramıyla anlamlı hale gelir. Diğer bir deyişle, vicdani reddin performatif anlamına sivil itaatsizlik kavramıyla ulaşabiliriz. “İnsan onuruna aykırı bir yasanın adil ve meşru olamayacağının ilanında tanımlanabilecek olan sivil itaatsizlik, yasallık ve meşruluk ayrımı geriliminde tanımlanan bir ‘itiraz’  olması bakımından vicdani reddin aksine öznel değil, kolektif alana ait bir tutumun adıdır.” (Çınar & Üsterci, 2008, s. 85) Hannah Arendt ise bu bağlamda sivil itaatsizliği önerirken vicdanın apolitik olduğu düşüncesine dayanır. Tam bu noktada vicdani ret ile sivil itaatsizlik arasında mümkün bir politik ilişki kurulup kurulamayacağını düşünmek gerekir. Eğer bir vicdani ret eylemini, topluma ahlâksal planda da olsa bir kötülüğü göstermesi, görünür kılması imkânı içinde okursak, bu eylemin bir yasa ya da devlet politikasını tartışma, eleştirme alanı açabileceğini de kabul edebiliriz. Sözünü ettiğimiz eylemin performatifliği tam da bu bağlamda anlaşılabilir hale gelir ve vicdani ret pratiği queer teori açısından düşünülebilir.
 
Judith Butler Antigone’s Claim isimli röportajında yukarıda sözünü ettiğimiz yasa ve adalet gerilimi üzerinden, Antigone’nin pratiğini bir savaş eleştirisi olarak okumak gerektiğini ileri sürer. Bilindiği üzere Antigone, yasalara karşı gelen kardeşi Polyneikes’i ölünce kral olan dayısı tarafından yasaklanmasına rağmen gömen ve onun yasını tuttuğu için cezalandırılan Yunan mitolojisindeki bir kadın karakterdir. Antigone aynı zamanda vatandaş sayılmadığı için konuşmasına da izin verilmeyen bir figürdür. Butler, söylemin dışına itilmesine ve yasa tarafından yasaklanmasına rağmen kralın buyruğuna karşı gelen Antigone’nin hikâyesini önemser çünkü Antigone, hem erkek aklın karşısında çırılçıplak bir kadını hem yasaya karşı başkaldıran bireyi hem de kimlerin ölümünün yasının tutulabileceğine dair ezberi bozarak yasa karşısında adalet tartışmasına imkân tanıyan bir figürdür. (Antonello & Farneti, 2009)  “Butler’ın önerdiği gibi, Antigone’nin iddiasını günümüzde düşünmek; onu, göçmenler, kâğıtsızlar, yoksulluktan, küresel ekonomiden etkilenenler, dini azınlıklar gibi kırılgan hayatları için mücadele eden ve iktidarın keyfi ve sert gücüne karşı çıkan bir savaş muhalifi olarak düşünmeyi gerektiriyor.” (Yıldız, 2011, s. 408)
 
Antigone’nin hikayesini önemsememizin nedeni, hem en önemli queer teorisyenlerden Butler’ın bu hikaye üzerinden yasa ve adalet arasındaki gerilime atıfla kurguladığı tartışmanın, savaş karşıtlığına dair fikirlerin queer bir temele oturtulması bakımından hem de bu karşıtlığın vicdani ret pratiği bağlamında ufkumuzu genişleteceğini düşünmemizdendir. Queer bakış açıları politik alanı dönüştürücü fikirlerini ileri sürerlerken bu dönüştürücülüğü temellendirmek için ağırlıklı olarak Foucaultcu bir iktidar analizine yaslanırlar. İleriki bölümde daha detaylı açıklamasını yapacağımız Foucault’un iktidar analizinde, iktidarın üyelerini yönetmek için çeşitli bilgiler üreterek bir kategorizayson ve normalizasyon sürecini ,kendini yeniden üretme eğilimiyle, ortaya koyduğu görülür.  Queer perspektif ise politik alanı dönüştürmek gerektiği yönündeki tavrını, tam da Foucaultcu iktidar analizine yaslanarak, iktidarın ürettiği normalara karşı durarak belirler. Konumuz açısından bu analiz, yasanın iktidarın normalizasyon sürecinde oynadığı rolü yansıtması ve adalet kavramının bu normalizasyonu aşan politik tartışmalara imkân vermesiyle bağlanabilir. Çünkü vicdani ret hareketi açısından da devletin; erkek olmak, belli bir yaş aralığında olmak, heteroseksüel olmak, T.C. vatandaşı olmak, belli boy ve kilo sınırlarıyla çizilmiş bir bedene sahip olmak şeklinde kategorize edip “normalleştirdiği” bedenleri zorunlu askerlik göreviyle sorumlu tutması söz konusudur. Kanımızca bu normalleştirmeye karşı çıkış, vicdani ret pratiğini kendi öznel ve ahlâki anlamından koparıp sivil itaatsizlik ve performatif bir bağlamda ele almayı gerektirir. Vicdani ret pratiğini ahlâki bağlamından koparmak için yasa ve adalet arasındaki gerilime dikkat çekmek gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Antigone’nin hikâyesi de bu gerilimi anlamlandırmak ve meseleyi queer perspektifle değerlendirmeye başlamak açısından bize önemli bir teorik zemin sunar. “Kreon’un buyruğuna karşı gelip ölümü göze alarak erkek kardeşini gömen Antigone, egemen iktidarın ve milli birlik hegemonyasının yoğunlaştığı zamanlarda kamusal yas yasağına karşı gelerek alınan siyasi risklere örnek teşkil eder.” (Butler, Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü, 2005, s. 60) Judith Butler ise bu hikâyeyi daha sonraki çalışmalarında sorduğu “İdrak edilebilir hayat nedir?”, “Hangi bedenlerin yası tutulabilir?” gibi soruları cevaplamak için teorik bağlamda kullanmıştır. Antigone hikâyesinde karşılaştığımız yasağa karşı yas tutma ediminin, militarizm karşıtlığıyla ve dolayısıyla vicdani ret ile ilişkilendiği noktayı son bölümde tartışmaya açacağımız şehit anneleri ve gerilla anneleri ayrımı üzerinden daha fazla açıklığa kavuşturmayı amaçlamaktayız.
 
İkinci Bölüm: Biyopolitika, Militarizm, Toplumsal Cinsiyet
 
Bu bölümde militarizm olgusuna değinmeden önce Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı üzerinden nasıl bir iktidar analizi gerçekleştirdiğini ve bu analizin queer teori ile birlikte düşünüldüğünde toplumsal cinsiyet kavramı açısından nasıl ele alınabileceğini inceleyeceğiz. Queer politikalar açısından iktidarın, toplumsal cinsiyet ile bağlantısını açıkladıktan sonra, bu iktidara içkin militarizmi queer perspektiften değerlendirmeye çalışacağız. Değerlendirmemizin sonucunda vicdani ret eylemlerinin militarizme karşı performatif ve dönüştürücü pratikler olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı üzerinde durmayı hedefliyoruz. Daha açık ifade etmek gerekirse, bu bölüm temel olarak şu iki soruya cevap vermek üzere kurgulanmıştır: Militarizm, Foucault’nun iktidar analiziyle düşünüldüğününde nasıl bir anlam taşır? Vicdani ret, militarizmin sahip olduğu bu anlam karşısında queer bakış açısıyla performatif bir eylem olarak anlaşılabilir mi?
 
Foucault’nun biyopolitika olarak adlandırdığı, iktidarın topluma müdahalesi iki temel biçimde gerçekleşir. “Bunlardan ilki ordu, çeşitli eğitim kuruluşları ve atölyeler gibi kurumlarda uygulanan ve insanın yetenek ve güçlerinin, dolayısıyla da üretkenliğinin artırılması amacıyla bedenin terbiye edilmesine yönelik olan iktidar teknolojisidir. Foucault ‘bedenin anatomik siyasal disiplini’ olarak nitelendirdiği bu teknolojiye anatomo-siyaset adını vermektedir. İkinci iktidar teknolojisi ise 18. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve anatomo-siyasetten farklı olarak tek tek bireyleri değil, nüfusu temel alan ‘nüfus biyosiyaseti’dir. “Nüfus biyosiyaseti bireyleri; doğum oranı, ölüm oranı, hastalık oranı, yaş piramidi gibi değişkenler çerçevesinde ölçülebilen bir bütünlüğün, yani nüfusun unsurları olarak denetim altına alma ve yönlendirmeye dönük iktidar teknolojisini ifade etmektedir.” (Ecevitoğlu, 2012, s. 264)
 
Bu tanımlama doğrultusunda, anatomo-siyaset ‘bireyselleşirici’ bir iktidar teknolojisine karşılık gelirken, nüfus biyosiyaseti ise ‘merkezileştirici’ ve ‘düzenleyici’ bir iktidar teknolojisine karşılık gelir, yani ilki bireyle ilişkilendirilirken, ikincisi devletle ilişkilendirilir. Foucault iktidarın biçimleri arasındaki ‘iki eksenin birleşme noktası’nda yer aldığından dolayı cinsellikle ilgilenir. “Cinsellik, etkileri bedenin mikro düzeyinde ve nüfusun makro düzeyinde konumlandığından ötürü ayrıcalıklı bir yer edinir.” (Lemke, 2013, s. 59) Foucault’nun işaret ettiği iktidarın siyasi pratiğindeki tarihsel kopuş ile artık norm kavramı da anahtar bir role sahip olur. Diğer bir deyişle, hayat ve ölüm üzerindeki iktidar ikili bir hukuki yasa üzerinde işlerken, biyopolitika ‘hak’kın giderek ‘norm’la yer değiştirdiği bir hareketi işaretlemeye başlar; yani toplumun normalleştirilmesi, doğal hukuk tarafından belirlenen bir toplumun yerine geçer. Bu yer değiştirme Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinde şöyle açıklanır; “ Artık mesele egemenlik alanında ölümü öne sürmek değil, değer ve yararlılık alanında hayatın düzenlenmesidir. Böylesi bir iktidar kendisini öldürücü ihtişamıyla ortaya çıkarmak yerine nitelemek, ölçmek, değerlendirmek ve hiyerarşiye sokmak zorundadır; bu iktidarın işi itaatkar tebaasıyla egemenliği düşmanlarından ayıran çizgiyi çizmek değildir. Normlar çerçevesinde düzenlemeler yaparak sonuca ulaşmaktır.” (Foucault, 1988, s. 144)
 
Militarizmi bu normalleştirmenin en önemli araçlarından biri olarak düşünebiliriz. Ulus-devletleşme sürecinde biyopolitikanın aracı olarak kullanılan militarizm, milliyetçilik ile el ele vererek iktidar yapısının kendini yeniden üretmesi için öncelikle normatif bir kadın erkek ikiliği yaratır. Bu ikiliğin yaratımı arzu uyandıran bazı nesnelerin bilinç dışı düzeyde çağırılmasıyla gerçekleştirilir. Arzu ulus-devlete kaydırılır ve ulus-devlet erotik bir nitelik kazanır, kendisi için yapılan şarkılara şiirlere konu edilir. “Askeri değerlerin hâkimiyeti, ulus-devlete yönelik aşk ve arzu ile toplumsal cinsiyet ideolojisi arasında karmaşık ve girift bir ilişki oluşur. Bu ilişki, ulus-devletin anne olarak inşasıyla ifade bulur.” (Saigol, 2013, s. 231) Vatan ya da kadın için duyulan arzu ise erkeklik arzusu olarak inşa edilir. Kadın erkek ikiliği üzerinden heteronormatif bir şekilde kurulan toplumsal cinsiyetler Foucault’nun ifadesiyle biyopolitikanın militarizmi araçsallaştırmasıyla itaatkâr ve üretken bedenler kurgular. Bu kurguya göre kadınlar anne olarak, vatana sağlıklı evlatlar doğurma rolüyle kuşatılarak nüfus biyosiyasetinin bir nesnesi, erkekler ise gerektiğinde vatan için savaşmak adına bedenlerini askeri disiplinle terbiye etmeleri beklenerek anatomo-siyasetin bir nesnesi haline getirilirler.
 
Militarizmin biyopolitikanın bir aracı olarak kullanıldığını belirttikten sonra, buna karşı bir eylemlilik hali olarak tanımladığımız vicdani ret pratiğinin dönüştürücü potansiyelini ortaya çıkarabileceğini ileri sürdüğümüz queer perspektifin cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında yaptığı ayrıma göz atabiliriz. Queer bakışı açısı, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ayrım yaparak “kadın” ve “erkek” kategorilerinin özsel olmayabileceklerini öne sürer. Judith Butler için bu ayrım kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Çünkü eğer toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünüyse, toplumsal cinsiyetin herhangi bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez. (Butler, Cinsiyet Belası, 2012, s. 50) Bu bakış açısına paralel olarak artık diyebiliriz ki toplumsal cinsiyetin de ikiyle (kadın/erkek) sınırlı kalmasını varsaymamız için herhangi bir sebep yoktur. Ayrıca Butler Cinsiyet Belası adlı kitabında, cinsiyetin de toplumsal cinsiyet gibi kültürel bir inşa olduğuna değinerek şöyle söyler: “Eğer cinsiyetin değişmezliğine itiraz edilirse belki de ‘cinsiyet’ denen bu inşanın da toplumsal cinsiyet denli kültürel bir inşa olduğu; hatta belki de ‘cinsiyet’in aslında zaten başından beri toplumsal cinsiyet olduğu, yani cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın aslında ayrım falan olmadığı ortaya çıkar.” (Butler, Cinsiyet Belası, 2012, s. 52)  Peki, eğer cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları birer kültürel inşa ise ve aralarında doğal bir uyumluluk yok ise, iktidarın bireyleri ve toplumu “normalleştirme”si nasıl mümkün olabilir?  Sorunun cevabı adeta bir mümkünatsızlığı çağrıştırır çünkü artık iktidar bireyleri kategorize etmekte kullandığı referans olan “öz” ve “doğa” dayanağını kaybetmeye başlar. Bu noktadan itibaren kategorizasyonun referansı “öz”den “özne”ye kaymaya başlar ve iktidarın bireyler üzerindeki tahakkümü kaybolma eğilimi gösterir. Böylelikle “kadın” veya “erkek”lere, iktidar tarafından üzerlerine yüklenmiş sorumlulukları reddetmek ve dönüştürmek için bir alan açılacağını düşünebiliriz. Yine konumuz açısından bir değerlendirme yapacak olursak; vicdani retçilerin bu tarz bir söyleme dayanarak zorunlu askerliği reddetmeleri için, iktidar tarafından kurulan kimlikleri dışında kendilerinin kuracakları kimliklerle kendilerini ifade edip üzerlerindeki tahakkümün kalkması için, queer bakış açısının cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki bağlantıları koparan anlayışının sağladığı katkı oldukça önem arz etmektedir. Bununla birlikte, queer kuramını yalnızca cinsiyet ve cinsellik konularıyla ilgili metinlerden ibaretmiş gibi düşünmek de doğru bir yaklaşım olmaz. Nitekim bu yaklaşım içerisinde, bireysel (tekil) deneyimlerin, çeşitli kimlik kategorilerinin kesiştiği noktada şekillendiği, ancak çoklu etkiler üzerinden anlaşılabileceği düşünülür. Örneğin, Butler’ın özenle hatırlattığı gibi, “siyah kadın” ile “beyaz kadın” olmak aynı şey değildir. “Bu nedenle söz konusu tartışmalara sınıf, ırk, etnisite ve sakatlık da dahil olmuş, kimi zaman queer başka politik çizgilerle(anarşizm gibi) ile birlikte ele alınmıştır.” (Sibel Yardımcı, 2013, s. 19)
 
Üçüncü Bölüm: Vicdani Ret, Performativite ve Kimliksizleşme
 
Vicdani ret pratiğinin queer performativiteyle birlikte nasıl ele alınabileceğini inceleyeceğimiz bu bölümde özel olarak kimliksizleşme kavramı üzerinden bir tartışma yürütülecektir. Çünkü performativite tartışmasının queer perspektifle ele alınabilmesi için, odaklanacağımız politik eylemin kimlik politikası tuzağına düşmemesi gerekmektedir. Bu açıdan anti-militarist bir eylemlilik olan vicdani reddin, potansiyel dönüştürücü etkisi önünde konumlanabilecek kimlik politikasına dair engelleri tartışmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
 
“Kimliksizleşme” kavramının benimsenmesinin, iktidarın biyopolitika ile bireyleri tahakküm altına alma yollarına karşı, bir direnişe imkân sağlayacağını ileri sürebiliriz. Bu direnişe altyapı sağlayabilecek teorik zeminin, vicdani retçilere de bir alan açabileceğini bir önceki bölümde toplumsal cinsiyet üzerinden tartışmaya çalışmıştık. Fakat “kimliksizleşme” kavramına ayrıca bir bölüm ayırmamızın nedeni ise, queer yaklaşımın sadece cinsiyetler üzerinden bir kategorizasyona değil aynı zamanda tüm kimlik inşaları açısından kurulan kategorizasyonlara karşı bir duruşu olduğunu vurgulamaktır. Nitekim bu bölümde, zorunlu askerlik meselesine sıkışıp kalmamış bir vicdani ret tahayyülünü tartışmaya çalışacağız. Çünkü eğer vicdani ret kavramı sadece zorunlu askerlik meselesiyle sınırlı anlaşılırsa, iktidarın kategorize ettiği kimliklere sahip olup bu görevden sorumlu tuttuğu bireyler (“erkekler”)  dışındaki bireylerin vicdani ret hareketine dahil olması dikkate alınmayabilirdi. Queer yaklaşım, “erkek” kategorisi dışındaki bireylerin de birçok çeşitli nedenden dolayı harekete eklemlenmesi için “kimliksizleşme” önerisiyle olanak sağlayabilir.
 
Erkekler dışındaki vicdani retçilerden söz edildiğinde akla ilk gelenler kadınlardır. Her ne kadar zorunlu askerlik göreviyle yükümlü tutulmamalarından dolayı kadınların vicdani retlerini açıklamasının gerekliliği tartışılıyor olsa da bizim bu çalışmada yürüttüğümüz tartışma tam da bu gerekliliğin analiz edilmesini gerektiriyor. Çünkü ilk bölümden bu yana belirttiğimiz gibi, vicdani ret pratiği sadece zorunlu askerlik karşıtlığı olarak ele alınmamalıdır ve eğer bu şekilde ele alınacak olursa reddetme pratiği kendi içinde barındırdığı paradigmaya düşerek bireysellikten ve ahlâkilikten öte bir eylemsellik haline dönüşemez. Queer perspektiften performatif bir vicdani ret potansiyelini ortaya çıkarmak için, meseleyi bireysellikten toplumsallığa kaydırmak, hareketin politik bağlamlarda düşünülmesini sağlamak gerekir. Ayrıca belirtmek gerekir ki kimliksizleşme bağlamında meseleye yaklaşırken, kadınlık ve erkekliği herhangi bir biyolojik öze atıfta bulunmaksızın toplumsal cinsiyet kimlikleri olarak ele alacağız. Analizimiz boyunca bu toplumsal cinsiyet kimliklerinin kimliksizleştirilmesinin vicdani ret pratiğine queer bağlamda bir dönüştürücülük kazandıracağını ileri süreceğiz.
 
Kadınların vicdani retçi olmalarına dair itiraz onların zaten zorunlu askerlikle yükümlü olmamaları durumuyla ilişkilendirilir. Fakat bu itiraza vicdani retçi kadınlar tarafından önemli bir karşı çıkış, askerlikle yükümlü kılınan erkeklerin eşleri, kardeşleri ya da anneleri olmalarından dolayı onların da etkilenme potansiyeline sahip olmalarıyla yapılır. Bu bağlamda özellikle “annelik” in militarizme karşı önemli bir direniş potansiyeli olduğu düşünülebilir. Çünkü anneler, erkek çocuklarının kaybıyla sisteme karşı harekete geçtiklerinde kamu vicdanını da harekete geçirirler. (Demir, s. 4) Ayrıca mevcut militarist söylem, milletin malı sayılacak çocukları doğurmayı kadının görevi olarak kodladığı için, herhangi bir annenin oğlunun hayatı üzerinde hak iddia edip vicdani retçi olmasını makul bulmaz. Bu bakımdan iktidar, çocuğunu kaybeden anneyi “şehit annesi” diye tanımlayarak annenin acısını kutsallaştırır ve bu kutsallık ölçüsünde “şehit annelerinin” direniş potansiyelini kırarak onları sistemle uyumlu hale getirir. Diğer yandan aynı iktidar, gerilla annelerinin kaybıyla bu denli ilgilenmez ve onların anneliğini kutsamaz. İktidarın bu ikili tavrından çıkarılması gereken sonuç, annelik üzerine söz söyleme hakkının iktidarın bizzat kendi tekelinde olduğudur. Bu açıdan anneliği, iktidarın kendini yeniden üretme adına kategorize edip araçsallaştırdığı bir kimlik olarak ele alabiliriz. Her ne kadar anneliğin militarizme karşı önemli bir direniş potansiyeli sağlayacağı düşünülse de biz bu çalışmada meseleyi queer perspektiften ele aldığımız için, militarizme karşı kapsamlı bir karşı çıkış doğrutulsunda iktidarın kategorize ettiği annelik kimliğinin de kimliksizleşmeye uğratılması gerektiğini ileri sürüyoruz. Çünkü annelik kimliği bağlamında örgütlenecek bir vicdani ret pratiği, iktidarın kategorize ettiği annelik kimliğine sıkışıp kalma riskiyle malûl olduğundan gerilla annelerinin kaybı önemsenmeyerek farklı annelikler arasında iktidarın direnişi bölen etkisine maruz kalabilir. Yani iktidar, anneleri, şehit annesi ve gerilla annesi diye bölerek bu iki grubu kutuplaştırır ve annelik üzerinden kurgulanacak bir muhalif duruşu engellemeye çalışır. Böylece şehit anneleri sistemle uyumlulaştırılırlarken, gerilla anneleri sistemin dışında görünmez hale getirilirler. Bu bağlamda annelik kimliğinin kimliksizleştirilmesini önerirken kuşkusuz anneliği, biyolojik annelik olarak değil iktidarın kurguladığı toplumsal kimlik olan annelik olarak ele alıyoruz. Kimliksizleşmeye yaptığımız vurgu ise karşı durduğumuz kimliğin bizzat iktidar mekanizması tarafından oluşturulmasından ve bu iktidarın dezavantajlı grupları dışlayıp üzerlerinde tahakküm kurmasından kaynaklanıyor. Bu noktada anneliği de queer perspektifle ele alarak, diğer bir deyişle kimliksizleşmeye uğratarak, iktidarın tahakkümüne karşı yeniden kurgulamanın ya da sahip olduğu direniş potansiyelinin performe edilmesinin önündeki engelleri kaldırmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, anneliği tekillikler içinde ele alarak iktidarın tahakkümüne karşı yeniden performe etmenin önünü açmaktır. Bu noktada queer teorisyenlerden Judith Butler’ın Frames of War kitabında sorduğu “Hangi ölümlerin yasının tutulabileceğine nasıl karar vereceğiz?” sorusunun önemine vurgu yapmak anlamlı sayılabilir. Butler Frames of War’da, kendilerine karşı savaş açmanın kolay olduğu gruptakilerin ölümlerinin yası tutulabilir olarak görülmeyeceği için onlara karşı savaş açmanın daha kolay olduğunu iddia eder. (Butler, Frames of War, When Is Life Grievable?, 2009)   Nitekim, A.B.D’nin özellikle Irak ve Afganistan’a yaptığı silahlı operasyonları sonucunda hayatlarını kaybeden insanların, söz konusu bölgelere barış getirme söylemiyle, medyanın da desteği alınarak, kayıplarının meşrulaştırıldığına şahit oluruz. ‘Barış ve demokrasi’ getiriyoruz söylemi altında önemsizleştirilen kayıpların ya da yası tutulmaya değer görülmeyen ölümlerin, iktidarın tahakkümünün ne boyutlara ulaştığını ve queer politikaların gerekliliğini göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda, militarizme karşı kurgulanacak vicdani ret eylemlerinin annelik kimliği üzerinden değil, daha kapsamlı bir karşı duruş olan, yas üzerinden kurgulanacak queer etik anlayışıyla yeniden ele alınması gerekiyor. Bu etik anlayışa göre her ölümün yası tutulabilmeli, iktidarın tahakkümü hangi boyutlara erişirse erişsin tüm bedenler eşit düzeyde idrak edilebilmelidir. Konumuz açısından düşünecek olursak, queer perspektifin beden politikalarına yaptığı vurguyu kimlik üzerinden değil performatif bir kimliksizleşme üzerinden önemsediğini iddia edebiliriz.
 
Son olarak, militarizme karşı örgütlenecek performatif bir vicdani ret pratiğini kimliksizleşme bağlamında değerlendirmek için, erkek egemenliğini kapsamlı bir şekilde analiz eden feminizmin, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkileri arasında kurduğu bağlantıları da dikkate almanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Çünkü erkek egemenliğinin önemli araçlarından birisi olarak kurgulanan militarizme karşı politik eylemlerde dahi, bu eylemlere içkin bir erkek egemenliği riskinin var olabileceğini bize feminizmin toplumsal cinsiyete dayalı analizleri gösterebilir. Sözünü ettiğimiz risk, hem vicdani ret pratiğini erkeklere yüklemesinden dolayı bu eylemler sonunda kazanılacak başarılar doğrultusunda erkekleri kahramanlaştıracağı için hem de militarizm ile iç içe geçen milliyetçiliğe karşı mücadelede kadınları vicdani ret pratiğinden dışladığı için feminist eleştirinin dikkatinden kaçmaz. “Bugün milliyetçiliğin iç işleyişinin ve sonuçlarının feminist bir okumasına girişmeksizin milliyetçiliğe kuşkuyla yaklaşanlar, postmodernleşmiş, militarize bir ataerkiye ister istemez teslim olacaklardır.” (Enloe, 2013) Egemen militarist düzene tepki göstermek bile erkek egemen bir hale sokulmamalıdır. Yani vicdani ret hareketi “erkeklerin” tekelinde olmamalıdır. Fakat burada, karşı kimlik olarak kadınlığı kurmak yerine, “erkek” ve “kadın”ı kimlik olarak parçalamanın gerekliliğine vurgu yapmak istiyoruz. Bakış açımıza göre queer perspektif, vicdani redde katkısını farklı kimlikleri örgütleyerek direnişi çoğullaştırma yoluyla yapmaktan ziyade, tepkisini kimliği bir “boş-gösteren” olarak tanımlayıp, normu üreten, bireyleri kategorize eden iktidarın tahakkümüne yöneltmelidir.
 
Kaynakça
Antonello, P., & Farneti, R. (2009). Antigone’s Claim: A Conversation With Judith Butler. Theory and Event.
Butler, J. (2005). Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü. İstanbul: Metis Yayınları.
Butler, J. (2009). Frames of War, When Is Life Grievable? London: Verso.
Butler, J. (2012). Cinsiyet Belası. İstanbul: Metis Yayınları.
Çınar, Ö. H., & Üsterci, C. (2008). Çarklardaki Kum: Vicdani Red. İstanbul: İletişim Yayınları.
Demir, B. C. (tarih yok). Kutsallığın ve Ötekileştirmenin Önkoşulu Ölüm: Şehit Anneleri ve Vicdani Redçi Kadınlar. http://www.academia.edu/.
Ecevitoğlu, P. (2012). Namus Töre ve İktidar- Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu. Ankara: Dipnot Yayınları.
Enloe, C. (2013). Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm. A. G. Altınay içinde, Vatan Millet Kadınlar (s. 189-212). İstanbul: İletişim Yayınları.
Foucault, M. (1988). Cinselliğin Tarihi. İstanbul: Afa Yayınları.
Lemke, T. (2013). Biyopolitika. İstanbul: İletişim Yayınları.
Saigol, R. (2013). Militarizasyon, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet: Şiddetli Çatışma Alanları Olarak Kadın Bedenler. A. G. Altınay içinde, Vatan Millet Kadınlar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Sibel Yardımcı, Ö. G. (2013). Queer Tahayyül. İstanbul: Sel Yayıncılık.
Yıldız, E. (2011). Queer ve Sessizliğin Reddi. Cogito: Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram.  

Etiketler: insan hakları, askerlik
İstihdam