25/09/2011 | Yazar: KAOS GL

İsteyen olunca, "Türkiye’de kadın" sorun yerine, çözümle anılabiliyor. Yasa tasarısı taslağını, kadın örgütlerinin Fatma Şahin’le görüşmesini, şiddetle ilgili üretilen politikaları ve ‘Nasıl olması gerekirdi’nin cevaplarını Hülya Gülbahar’la konuştuk.

"Kadın"sız Bakanlığın Kritik Sınavı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
1 Ekim’de meclis açılıyor. Artık adının içinde "kadın" sözcüğü geçen bir bakanlık bile yok. Mecliste "kadın," bakanlığın yeni logosunda da göründüğü gibi, ailenin içinde çocuğunun ve kocasının yanında var. Sorunlar büyük ama çözümler aslında zor değil; çözmek isteyen olursa elbette.
 
Yeni mecliste Genel Kurul’a getirilecek olan yasa tasarısı taslağını, kadın örgütlerinin 19 Eylül’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’le görüşmesini, kadına yönelik şiddetle ilgili üretilen politikaları ve en önemlisi "Nasıl olması gerekirdi"nin cevaplarını Anayasa Kadın Platformu Kurucuları’ndan Hülya Gülbahar’la konuştuk.
 
19 Eylül’de Fatma Şahin’le bir toplantı yaptınız. Toplantıdan sonra aklınızda en çok kalan neydi?
Bakanlığın yeni logosu. Erkek, kadın ve çocuk üçlemesinden oluşan hiyerarşik bir aile modeli Aile Bakanlığı’nın logosu olarak seçilmiş.
Bakanlığın ismi de değişti. "Kadın" kelimesinin çıkarılması ne anlama geliyor?
Kadın erkek eşitliğini sağlamakla görevli tek bakanlık vardı: Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı. Şimdi adı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı oldu. Bu yalnızca isim değişikliği anlamına gelmiyor. Aynı zamanda bakanlığın, tüm çalışmaları ve politikaları konusunda "kadın"ı değil "aile"yi esas alacağını da ortaya koyuyor.
12 Eylül Referandumu’ndan bu yana kadınlar açısından değişen bir şey oldu mu?
12 Eylül 2010 Referandumu’nda, Anayasa’nın 10. maddesine "kadınlara pozitif ayrımcılık" hükmü getirileceği maddesi eklendi ve Anayasa paketi bu iddiayla oylamaya sunulmuştu. Aradan bir yıl geçti. Bu zaman içerisinde ekonomik, siyasal ve sosyal alanlarda, kadın erkek eşitliğini sağlamak üzere yapılmış sonuç alıcı bir uygulama olmadı. Tam tersine eşitsizliği artıracak bir dizi uygulamayla karşı karşıya kaldık.
İki tarafın pozitif ayrımcılıktan anladığı farklı olabilir mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) pozitif ayrımcılıktan anladığı, kadınları aile içerisinde ve evde tutabilmek için onlara özel "ayrıcalıklar" tanımak; ancak bu, pozitif ayrımlık kavramına taban tabana zıt. Uluslararası sözleşmeler gereğince pozitif ayrımcılık, gündelik hayatta var olan eşitsizlikleri gidermek için, geçici bir süreyle kadınlar lehine önlem almak demektir.
Örneğin ne yapılması gerekirdi?
Örneğin, kamu işyerlerinde çalışanların yüzde 95’i erkekse kamuya işçi alımlarında yüzde 50’ye kadar kadın alınır, ondan sonra eşitlik ilkesi gözeten bir istihdam politikası uygulanır. Pozitif ayrımcılık bu demek. Oysa Türkiye’de, tam tersi bir uygulamayla eşitsizlikleri derinleştiren politikalar üretiliyor. 19 Eylül’de, Ankara’da Fatma Şahin ve bakan yardımcısının katılımıyla yapılan toplantıda kadın örgütleri, bakanlıkla bu konuları tartıştı ve öneriler sundu.
Neler önerildi?
Öncelikle, Bakanlığın isminin  "Kadın ve Eşitlik Bakanlığı" olarak değiştirilmesi, daha da önemlisi Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ayrı bir bakanlık olması önerisi konuşuldu. Oluşturulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın altında kurulan yeni genel müdürlükler doğrudan aileyle ilgili. Aynı şekilde bakanlığın altındaki, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) yetki ve görev alanı daraltılıyor.
Nasıl daraltılıyor?
Korkarım, KSGM giderek etkisizleştirilip kapatılacak ve böylece hükümet mekanizması içinde kadın erkek eşitliğini sağlayacak bir yapı kalmayacak. Kadına yönelik şiddetle ilgili hazırlanan yasa tasarısı taslağında, şiddeti önleyici koruma tedbirlerinin alınması ve izlenmesi süreçleriyle ilgili oluşturulan birimlerin içinde KSGM yok.
Peki, bu konudaki yetki kime veriliyor?
Şu anda Başbakanlık Genelgesi nedeniyle, tüm kurumların kadına yönelik şiddetle nasıl mücadele edileceğine ilişkin üç aylık rapor tutup, bunları KSGM’ye göndermesi şartı var. Bugüne dek, gerek kamu kurumlarından, gerek özel sektörden gelen raporları, koordinasyonu ve çalışmaları KSGM takip ediyordu. Şimdi bu görev KSGM’den alındı ve kimden oluşacağı, nasıl çalışacağı belli olmayan Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi’ne verildi. Böylece KSGM devre dışı bırakılıyor ve şiddetin izlenmesi belirsizleşiyor. Biz KSGM’nin tekrar görevli kılınması önerisini ilettik.
Fatma Şahin nasıl bir yorum yaptı?
Bakan, bakan yardımcısı ve diğer yetkililer genel olarak bir yorum yapmadı. Öneri ve talepleri yazılı olarak da ileteceğiz. Dikkate alınıp alınmayacağı yeni bakanlık açısından kritik bir sınav olacak.
Yasa tasarısı taslağında acilen düzeltilmesi gereken maddeler hangileri?
Sivil Toplum Kuruluşları’na (STK) kendilerine başvuran şiddete maruz kalmış kadınların bilgilerini emniyete, yargıya ihbar zorunluluğu getiriliyor.
Bu neden kötü?
Kamu görevlilerinin onlara yansıyan, haberdar oldukları şiddet olaylarını kayda geçirmeleri ve ihbarda bulunmaları bir zorunluluk olarak düzenlenmeli zaten. Ama STK’lar farklı; onlara kadınların bilgilerini emniyete taşıma zorunluluğu getirmek, kadınların buralara gelmemesi sonucunu doğurur. Dayanışma merkezlerinde ve sığınaklarda bilgilerin gizliliği esastır. Çünkü birçok kadın hukuki adım atmaya hazır değil, güvenliğini sağlayamıyor. Durum böyleyken, STK’lara, "Bilgileri vermezseniz, hapis cezasına varan cezalar gelir" demek, şiddetle mücadelenin mantığına ters.
Başka?
Tasarı taslağında, gizlilik kararı verilmese de, herhangi bir koruma kararı verilen konunun medyada yayımlanması ve kamuoyuna açıklanması konusunda da bir yasak var. Bu da kadına yönelik şiddeti doğru haberleştirecek kanalların kapatılması anlamına gelecektir.
Bu, bir nevi sansür demek mi oluyor?
Şiddete uğramış bireyin güvenliğini sağlamak amacıyla düşünülmüş bir düzenleme ama ters etki yapacaktır. Bireyin adres ve kimlik bilgileri üzerinde gizlilik kararı olan vakaların elbette kamuoyuyla paylaşılmaması gerekir. Ama bazen en iyi yaptırım teşhirdir. Bunun gerektiği durumların medyaya yansıması engellemek, sansürdür. Şiddetle mücadeleyi sekteye uğratır.
Korumayla ilgili nasıl bir düzenleme var?
Şu anki uygulamada, kadının koruma kararı alabilmesi için uğradığı şiddeti belgeleme zorunluluğu yok. Beyanı yeterli. Ancak tasarı düzeltilmeden yasalaşırsa, bir ayı geçen koruma kararlarında belgelendirme zorunluluğu gelecek. Bu da, şiddetle mücadele konusunda şu ana kadar edinilen kazanımların bir anda geriye gitmesi anlamına geliyor.
Tehdit altında olanlar korunamayacak mı?
Şiddete maruz kalma tehdidi altında olanlar korumadan yararlanamayacak. "Seni öldüreceğim" diyen bir adamın bu tehdidine karşı hangi belge gösterilebilir? Genelde bu tip tehditler özel alanda, baş başayken yapılır. Bunun belgeye bağlanmasını istemek, kovuşturmama sonucunu doğuracaktır.
Yani yalnıza şiddete zaten uğramış kadın mı korunabiliyor?
Hayır, bir de "yakın yaşama" kuralı var. Bu şu demek, erkekle birlikte yaşamayan ama şiddete uğrayan kadınlar kapsam dışı. Bu değişmeli. Ayrıca, koruma kararlarında altı aya kadar süre öngörülüyor. Oysa bazı boşanma davaları çok daha uzun sürüyor. Hâkimlere durumun özelliğine göre, altı aydan uzun ya da süresiz koruma kararı verme hakkı sağlanmalı.
İdeal kanunu nasıl tanımlayabiliriz?
Yasa, kendi çerçevesini Türkiye’nin imzaladığı, başta Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Tavsiyesi Sözleşmesi olmak üzere, uluslararası sözleşmelere dayanarak çizmeli.
O sözleşmelerin en önemli hususları neler?
Örneğin, Avrupa Konseyi’nin, Türkiye’nin de imzaladığı, kısaca "İstanbul Sözleşmesi" adını alan, kadına yönelik şiddet ile ilgili sözleşmesine göre, şiddet olaylarında uzlaşma ve arabuluculuk yapılamaz. Bu maddenin kanunda açıkça yer alması gerekiyor. Yine İstanbul Sözleşme’sinde var: "Kadına yönelik şiddet, toplumsal güç eşitsizliklerinden kaynaklanan bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılıktır." Bu da şiddetle ilgili yasada yer almalı. Kadına yönelik şiddeti önlemek ve koruyucu tedbirlerle ilgili çalışacak tüm mekanizmaların, toplumsal cinsiyet eşitliği eğitiminden mutlaka geçmesi gerekiyor. Tüm bunlar için, bakanlıkla kadın örgütlerinin periyodik ve bölgesel toplantılar yapması gerekiyor.
HSYK toplantı raporunda geçen tartışmalı önerileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi hem HSYK’nın "Yargıda Durum Analizi" raporunun basına yansıyan bölümünden, hem de HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur’un konu hakkında basına verdiği açıklamadan anlaşılan şu ki: Yargıda 15 yaşından küçük kız çocukların evlendirilmesi "bölgesel gerçek" olarak kabul ediliyor. Ve, "kadının mağdur olmasını engellemek için" erkek ve aile hakkında ceza verilmesini öngören kanunun kaldırılması öneriliyor.
Yani yargı, "Ne yapalım bölgesel gerçek, değiştiremiyorsak ayak uyduralım" mı diyor?
Kadınlar ile siyasetçi ve hukukçular arasında bitmeyen, dramatik bir mücadele var. Çok çarpıcı bir şey anlatacağım: Medenî Kanun değişiklikleri sırasında meclisteki her siyasi görüşten erkek bir yanda, kadınlar bir yanda evlilik yaşını tartışmıştık. Aylarca evlilik yaşının 18 olması gerektiğini savunduk. Küçük yaşta ve zorla evlendirilmelerin engellenebilmesi için, biz evlilik yaşını yükseltmeye çalışırken erkekler düşürmeye çalıştı. Sonuçta, evlilik yaşı 17 hâkim kararı ile 16 olarak kabul edildi.
15 yaşından küçük çocukların cinsel ilişkiye rızası hakkında da benzer bir tartışma olmuştu değil mi?
Evet. Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) biz, 15 yaşını doldurmamış çocukların cinsel ilişkiye rızalarının olamayacağını dolayısıyla "çocuklara rızasıyla tecavüz" diye bir madde olamayacağını savunuyorduk. 15 yaşından küçüklerin, cinsel olarak istismar edildiklerine dair mücadele verdik. Ancak erkekler, yaş sınırının daha aşağı çekilmesini istedi. O zaman da "Türkiye koşulları" deniyordu. Gerek Medenî Kanun’un gerek TCK’nın bu maddeleri, her zaman en çok tartışılan maddeler oldu. HSYK’nın son yayımladığı raporda da Türkiye’nin bazı bölgelerindeki gelenekler bahane ediliyor.
Bu problem "bölgesel problem" olarak anılmaktan nasıl kurtarılabilir?
TCK’nın daha mürekkebi kurumadan Hüseyin Üzmez cinsel istismar suçuyla tutuklanmıştı. Tutuklanır tutuklanmaz yargı çevrelerinden Adalet Bakanlığı’na baskılar başladı; çocuklarla cinsel ilişki yaşının düşürülmesi için... Adalet Bakanlığı buna direndi; ama HSYK kararında da gördüğümüz gibi birtakım hâkim ve savcılar hâlâ hukukun ruhunu özümseyemiyor. Bunun yanında, yasaların ya da Yargıtay kararlarının bölgesel gerçekliklere dayandırılması, hukukun evrenselliği prensibini de ihlal ediyor.
Önerilerde bir de Adli Tıp Raporu meselesi var.
HSYK’da sunulan önerilerden en ilginci. Tecavüze veya şiddete uğrayan kadının "beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı"nın araştırılması yerine sadece "beden sağlığının bozulup bozulmadığı"nın soruşturulması. Gerekçe: "Adli Tıp’tan istenen raporların çok geç gelmesi; o yüzden davaların gecikmesi."
Cinsel saldırı, bedende tespit edilebilir bir iz bırakmak zorunda mı?
Psikolojik raporlar, fiziksel delil olmadığında cinsel saldırıyı ispat etmek için tek araçtır. Fiziksel bulgunun olmadığı durumlarda, ruh sağlığının nasıl etkilendiğini araştıran Adlî Tıp raporları delil kabul edilmek zorunda. Bu rapordan vazgeçmek, tecavüzcüleri cezasız bırakmaya yol açar.
Raporların geç gelmesinin önüne nasıl geçilebilir?
Raporu üniversite hastanelerinin de vermesi sağlanır veya Adlî Tıp kadroları güçlendirilir. Saldırganların ödüllendirilmesi anlamına gelecek yasa değişikliklerinin hukukçulardan gelmesi trajikomik. Bu, yasaları uygulaması gerekenlerin, yasalara direndiğini gösterir. Kaldı ki, Adlî Tıp bugün en basit darp olaylarında bile başvuran kadınlardan 75 lira para istiyor. Bu birçok kadın için şu demek: "Adlî tıbba gelmeyin, şiddetinizi belgelemeyin, paranız yoksa şiddete maruz kalmaya devam edin."
Hepsi "yargının yükünü azaltma" gerekçesiyle değil mi?
Yargıdaki çelişkilerden bir tanesi daha. Geçtiğimiz günlerde Danıştay, Medenî Kanun’da düzenlenen "aile konutu şerhi" konusunda tam da yargının yükünü artıracak bir karara imza attı. Yeni Medenî Kanun çerçevesinde, aile konutu kimin üzerine tapuda kayıtlı olursa olsun tapu üzerine kayıtlı olmayan eş, ikametgâh senedi ve nüfus suretiyle tapuya giderek, hiçbir harç ödemeksizin "Bu aile konutudur. Benim rızam olmadan satılamaz" şerhi koydurabiliyordu. Danıştay, hukuk dışı bir kararla bununla ilgili yönetmeliğin ilgili maddesinin yürürlüğünü durdurdu. Şerhlerin mahkeme kararı ile alınması gerektiği hükmünü verdi. Yani, Türkiye hukuk sistemi, kadınlar aleyhine hüküm vermek istediğinde yargının yükünü artırmaktan çekinmiyor.
Böyle sıralayınca her şey kadınların aleyhine gibi görünüyor. İyi olan bir gelişme yok mu?
Var. Yargıtay 1. Ceza Dairesi, kendisine tecavüz eden babasını öldüren 22 yaşındaki kıza verilen 15 yıl hapis cezasını bozdu. "Meşru müdafaa" nedeniyle ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. Elbette ki cinayet hiçbir zaman olumlanabilecek bir eylem değildir. Ama bu dosyada, kızına cinsel istismarda bulunan babanın, kızının eski eşini de yaraladığı, kızını sürekli silahla tehdit ettiği ve kızına tecavüz ettiği görülüyor. Bu, haklı ve yerinde bir karar. Ancak, kararın açıklaması biraz problemli.
Ne diyor?
Yargıtay kararında, TCK’da terk edilmiş bulunan "ırz" kavramını kullanılıyor. "Ar, hayâ, edep, ırz" gibi kavramlar, hukuk kavramları olarak kullanılmaması gereken kavramlar. Irz kavramı, namus ve töre bağlantıları nedeniyle kadınlar açısından her zaman sorunludur. Kadın Platformu olarak yeni TCK’nın bütün bu kavramlardan ayıklanmasını sağlamıştık. Cinsel suçların "aile değerlerine" ya da "genel ahlaka saldırı suçları" değil; "bedensel dokunulmazlığa karşı suçlar" olarak tanımlanmasını sağlamıştık. Hâlâ "ırz" kavramının kullanılması yeni TCK’nın özümsenmediğini gösteriyor. 
(Işıl Cinmen/bianet)
 

Etiketler: kadın
İstihdam