17/04/2011 | Yazar: KAOS GL

Stalinizm Sovyet tarihininin ayrılmaz bir parçası.

Stalinizm Sovyet tarihininin ayrılmaz bir parçası. Bu, işin olgusal yanı. Çin, Arnavutluk ve Kamboçya’da Maoizm dönemlerini de olguya dahil edebiliriz, o dönemlerde de adı açıkça konularak benimsenmişti çünkü Stalin. Ancak, iş devlet yönetimiyle ilgili olguları aşan bir işleyiş ilkesi olarak düşünüldüğünde, görüşlerle kuramların farklılaştığını görüyoruz. Kendini solda sayan bazı kesimler tarihsel Stalinizmi “bazı hataları varsa da” teviliyle benimserken, diğer bazı kesimler Stalinizmi soldan bile saymıyor.

Bu ikinci grupta yer alan çeşitli kuramcılar, Stalinizmi ‘totalitarizm’ çerçevesinde inceledi. Bir bölümü klasikleşmiş ve Türkçeye de çevrilmiş olan çalışmalar, bir yandan nasyonal sosyalizmin, diğer yandan reel sosyalizmin totalitarizmini anla(t)maya çalışır. O arada, totaliterliğin yalnızca bu rejimlere özgü olmayıp modern topluma içkin bir eğilim olduğu görüşü güç kazanmıştır. Hannah Arendt’in “kitle insanı” kavramı gibi, birey düzeyi ile toplum düzeyinin kesiştiği yerde konumlanan yaşamsal önemde kavramlar üretilmiştir. Konunun bu yönüyle ilgili iyi bir değerlendirme ve başvuru kaynağı olarak, Simon Tormey’in Türkçeye de çevrilmiş olan ‘Totalitarizm’ adlı kitabına bakılabilir.

“Konunun bu yönü” dediğim, deyim yerindeyse, makro boyuttur. Ancak, teleskoptan dürbüne, oradan da mikroskoba geçer gibi en geniş toplumsal boyuttan yola çıkıp bireyler, özneler ve bireysel ilişkiler boyutuna geçtikçe, uzaktan görünmeyen bazı gerçekliklerle de karşılaşırız: Totalitarizm çalışmalarının yanında, psikanalitik açıdan bakan çalışmalar da zuhur etti. 

Yaşasın kurmaca
Yine de, pek çok konuda olduğu gibi Stalinizm konusunda da, bilgi edinmeyi aşan kavrayış olanaklarını bize ancak iyi sanat yapıtları sağlıyor. Konuyu açmamın nedeni de bu. Özgül olarak, son günlerde okuduğum ‘Stalin Yargılanıyor’ adlı oyun. Gün Zileli yazmış, Tarık Günersel’in sunuşuyla Kibele Yayınları’ndan çıkmış. Bildiğim kadarıyla henüz sahnelenmedi ama, oyun okumak denen deneyimin en iyilerinden birini sunduğunu söyleyebilirim bu metnin.

En iyilerinden, çünkü dikkatimizi daha ilk anda Stalin gibi bıkıp usandığımız bir simada yoğunlaştırmayı başarıyor. Yaşasın kurmaca! Kurmacanın olanaklarını çok iyi kullanmış Zileli. Ve kurgu nefis.

Oyunun adından ötürü, okuma öncesinde başrolde Stalin’i göreceğimizi tahmin etmişizdir ama, beklediğimiz Stalin bu değil. Yerleşik Stalin imgesi başarıyla tersine çevrilerek, projektörlerimizi yeniden ayarlamamız kaçınılmaz kılınmış.

Oyunun esin kaynağı, Soljenitsin’in ‘Gulag Takımadaları’ adlı romanındaki birkaç cümle. Zileli bunu yakalamış, oyunun girişinde alıntılamış ve bir tür işaret fişeği gibi kullanmış. Yine oyunun adından ötürü, bir yargılama olmasını beklemekteyiz ve ‘oluyor’ da bu yargılama; oyunun gövdesini yargılama oluşturuyor. Ancak, oyunun adından tahmin edemeyeceğimiz bir biçimde Stalin hem yargılanıyor hem de yargılıyor. İşte bu evirme, izleyicinin/okurun uyuması tehlikesini yok ediyor, anlatılanı berraklaştırıyor, oyunu etkili kılıyor.

Stalin ‘bildiğimiz’ Stalin olmaktan bütünüyle çıkarılmış değil aslına bakarsanız. (Öyle olsa oyun inandırıcılığını yitirebilirdi.) Sözgelimi, geri almak istediği birtakım idam emirlerini geri almakta geciktiğini, yani infazın gerçekleşmiş olduğunu öğrendiğinde yeni bir emir verip, “idamların bir yanlışlık sonucu yapıldığı ve sorumlular hakkında gereken soruşturmanın yürütüleceği” ilan edilsin diyerek sorumluluğu kendine hiç bulaştırmaması, bildiğimiz Stalin’den (ve aslında Stalinizmden) hiç uzağa düşmüyor. Ancak, bu tür emirleri geri filan almayan gerçek Stalin’e göre, burada olup bitenin içerik olarak yine de olağandışı kaldığını söylemek zorundayız. 

Çelikten ilişkiler ağı
Gün Zileli böylelikle, kişi olarak Stalin ile, bir zihniyet olarak Stalinizmi neredeyse fiziksel bir biçimde birbirinden ayırarak bu ikincisinde odaklanıyor. Oyunun en büyük başarısı bence bu. Ayırma işlemi öylesine köklü ki, putlaştırılan kişinin kendisi de o putlaştırmanın kurbanı durumuna düşüyor.

Stalinizm bir yönüyle de ‘Çoğunluk’ filmindeki baba ve arkadaşları gibi pek çok zihnin ihtiyaç duyduğu ilişki biçiminin adı. Kunt bir ilke etrafında, karşılıklı teslimiyetlerle oluşturulmuş Çelikten bir ilişkiler ağı. Stalin, çelik demek. Oyunda da, olgunun en az ön plandaki bireysel ve toplumsal görüntüleri kadar, ilişkisel yanları ortaya seriliyor.

Söylemeye gerek var mı bilmiyorum: Burada sergilenen, yalnızca tarihsel Stalinizm değil. Oyun her tür hiyerarşik yapıya uyarlanabilecek karmaşık bir işleyişi ortaya koyuyor. Öyle ki, kendi dar ve geniş anlamdaki toplumsal deneyimlerimizden sezdiğimiz ve oyundakilerle benzeşen tüm uğraklar, herhangi bir özel vurguya ya da anıştırmaya gerek kalmaksızın zihnimizde belirebiliyor. Bütün olay, hem tarih, hem de buram buram güncellik kokuyor. Stalinizm gelip geçmiş bir arızi rejim meselesi değil gerçekten de. Her an öne fırlamaya teşne özelliklerimizin başında geliyor: Birinin ya da bir adın gölgesine sığınmak, orada istediğiniz odunlukları yapmak...

Gün Zileli gibi Nâzım da sorunsalı kurcalamış ve birinci sınıf bir tiyatro oyunu yazmıştı: ‘İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?’ Stalinizmle ilgili evrensel değerde iki oyun, bir kültür için az şey değil. Ama aynı zamanda belirtisel elbette. Ateş-duman meselesi!

Umarım Zileli’nin oyunu başka dillere çevrilir. Yazarın “Stalinizm” adlı, daha önce yayımlanmış bir kitabının da olduğunu eklemeliyim. Onu henüz edinip okuyabilmiş değilim. Herhalde olgu siyasi yönleriyle dört yanımızı kuşattığındandır, bu kısacık oyundan bir an önce söz etme isteği galip geldi.


Etiketler: kültür sanat
nefret