30/07/2008 | Yazar: Bawer Çakır

Geçen Cuma homofobiden, namustan, erkeklikten, maçoluktan, ırkçılıktan, faşizmden, erkten, nefretten müsemma bir linç girişiminin ortasında önümüzdeki iki yol arasından biz "geri adım atmamayı" seçtik

Geçen Cuma homofobiden, namustan, erkeklikten, maçoluktan, ırkçılıktan, faşizmden, erkten, nefretten müsemma bir linç girişiminin ortasında önümüzdeki iki yol arasından biz "geri adım atmamayı" seçtik. Kaos GL muhabirlerinden Bawer Çakır’ın kaleminden.

Geçtiğimiz Cuma akşamı sevdiğimiz bir arkadaşımızın doğum günü için Tophane Setüstü’nde bulunan Sanatkârlar Parkında toplandık. 25 kişilik grubumuzun amacı hem yeni yaşını kutlayan arkadaşımızın ‘mutlu gününde’ yanında olmak, hem de bu vesileyle diğer sevdiğimiz insanlarla da görüşebilmek ve keyifli zaman geçirmekti.

Daha önce de bir başka arkadaşımız için toplandığımız park sıradan akşamlarından birini yaşıyordu. Aileler çocuklarını sallandırıyor, gençler biralarını yudumluyor, âşıklar da koklaşıyordu.

Mum üfleyip, pasta kesmek, cep telefonundan müzik dinleyip boğazın eşsiz manzarasında dostlarla olmak o an bir insanın isteyebileceği ‘neredeyse’ her şeydi. Ancak o her şeyi karaya çalmak için pusuda bekleyen sayısız insanın olduğu gerçeği birazdan çıkacaktı meydane…

Mutlu geceyi bölen erkek sesi

İki hemcinsin birbirine dokunmasından rahatsız olan bir amca ‘mutlu geceyi’ çatallı, tok ve erkek sesiyle böldü. Ağzından çıkanlar ilk anda ‘inanılır’ gibi değildi. Zira daha önce defalarca duyduğumuz ‘aşağılamalar, hakaretler ve küfürlerdi’ dilinden dökülenler. Ancak boğaz manzarası, arkadaşlar, doğum günü pastası derken bu ihtimal aklımızdan uçuvermişti o gece.

Amca diline geleni bizimle paylaşmakta, bizleri kalabalığın içinde kendince yerin dibine sokmakta beis görmüyordu. Bizim içimizden de o köpüklü ağızdan çıkan ‘kötülüklere’ yanıt verenler oluyordu ama ‘erkeklik’ kendine akacak bir mecra daha bulmanın verdiği o sinir bozucu küstahlıkla dörtnala koşuyordu.

Çevrede bulunan sağduyulu birkaç kişi amcayı ve onun dayanılmaz muhafazakâr erkekliğini dizginlemeye, bize de sükûnet çağrısı yapmaya yeltense de amcanın durmaya niyeti yoktu. Baktı ki ‘Faşistlik yok tek başına’, başladı avaz avaz bağırmaya: ‘Türkün evladı erkek erkeğe öpüşür mü dostlar!’

Linç girişiminin dayanılmaz ağırlığı

İçinde "Türk" geçen bir çığlığa yanıt vermekte gecikmeyecekti necip Türk genci. Yetişti hemen. Ve amcanın az önce gözümüze gözümüze soktuğu işaret parmağının yanına yenileri eklenmeye başladı. Birdiler, bin oluyorlardı…

‘Bunların başını şimdiden ezeceksin!’ Amca kan donduran cümleler kurmaya çoktan başlamış, 7/24 cinnet geçirip birilerine saldırmaya meyilli yürekli Türk evlatları da ardından sıraya dizilmişlerdi.

‘Allah belanızı versin’, ‘Anne babanız sizi böyle görse ne derler’, ‘Bunların başını ezmezsek ilerde çocuklarımızı da yoldan çıkartır bunlar’...
İnsan olanın gurunu incitecek bir dolu söz…
Doğum günü keyfi yerini linç edilmenin yıkanmakla geçmeyen ağırlığına bırakmıştı.

İşaret parmaklarıyla bizi mahvedeceklerini söyleyen kitle öfke nöbetine tutulmuş gibiydi. Homofobinin verdiği o tarifi zor gözü dönmüşlük kendisine arka çıkacak bir kitle bulmuş, üstümüze üstümüze çöküyordu.

Tek çıkışı olan parkta hissettiğimiz tek his sıkışmışlıktı. Ne bir adım atabiliyor, ne ‘erkekçe’ kavga edebiliyor, ne de bir çıkar yol bulabiliyorduk. Tek kalan düştüğümüz denizde yılana karşı gelip, birbirimize sarılmaktı. Sarıldık da…

155 numaralı polis telefonunu aradık. Çünkü biliyorduk ki parkın çıkışı bize kapalıydı. Toplumsal erkeklik namus, aile, genel ahlak diyerek tepemizde kuduruyordu.

Bekledik… Bekledik… Bekledik… Bitmeyen bir ızdıraba dönüyordu gece. İlerleyen ve değişmeyen her dakika bir güne, haftaya, aya, yıla eş değiyordu.

Korku "erkekliğe" sığar

Tedirginlikle ne yapacağımıza karar vermeye çalışırken "parkı terk edelim" diyenlerle, "kalalım ve istediklerini yapmayalım" diyenlerin münazarası süredursun karşılaştığı ‘tanımlanamayan erkek nesne’ ile cebelleşmek çoğunluğun içinden gelmiyordu.
Çünkü öfkeli bir erkek grubunun önünde korkmak sadece eşcinseller için değil, heteroseksist normlara sırtını dayamamış herkes için zordu. Korkuyorduk ama bir yandan da o parktan ayrılmak istemiyorduk.

‘Buradan da gidersek her yer bize dar’ dedi bir arkadaş. Haklıydı. Haklıydı çünkü Cihangir’de bile kendimize nefes alacak alan bulamazsak her yer bize cehennem demekti.
Ancak korku galip geliyordu. Parktan çıkma kararı aldık. Tepemizdeki gözlerin yanından geçip, nasıl olacaksa bir fiske bile yemeden yolumuza gidecek ve parkı ‘genel ahlaka uygun’ linççilere bırakacaktık.

İşte tam o anda, parkın çıkış kapısında ümitsizliğe giderken polis arabaları belirdi. Durumu, tehdit edildiğimizi, hakarete uğradığımızı, linç edilmek istendiğimizi anlattık.
Polisin yüzündeki ifade bizi dinlemiyor olduğunu düşündürse de anlattık. Anlattık… Sonra memurun ‘kim?’ sorusuna elimizle provokatör amcayı gösterdik.

Polis geldi, linççi gençler uçtu

Memurlar kendisiyle konuştular. Amca da kendince savunma yaptı. Ama biz sohbetlerini bozup, işlem yapılmasını istediğimizi, şikâyetçi olduğumuzu yineledik.
Memurlar -istemeyerek de olsa- provokatör amcayı arabaya bindirdiler. Sonra içimizden bir arkadaşımızı otoparka çağırdılar.
Daha önce bu tip ‘davetlerin’ karanlık sonlarla bittiğini bilen bizler arkadaşımızı yollamadık. Arabalar gitti… Öylece kaldık. Linççi güruhtan kimse yoktu.
Sonra çevrede oturan ve içki içen insanlarla konuştuk. Durumu anlattık… Kimi "sizin yanınızdayız" dedi, kimi ilgilenmedi. Ama biz anlatmaya kararlıydık. Zira örgütlü mücadelemiz de, bireysel mücadelemiz de hep anlatmakla geçmişti, geçmeye de devam ediyordu.

Polis: Şikâyetçi olacak mısınız? Biz: Evet

Sonra alkışlarla meşhut merdivenleri tırmandık. Firuzağa kahvesinin önünde durduk ve soluklandık. Doğum günü birden homofobi ve linç gününe dönen arkadaşımızı sakinleştirmek ve moralini yerine getirmek için en şuh kahkahalarımızı attık meydanda.
Ve sonra alkışlar… Derken az önceki polis otosu yanımızda belirdi. Şikâyetçi olup olmayacağımızı sordu. Döndük, birbirimize ‘yine ‘ baktık ve ‘Evet’ dedik. "Şimdi değilse ne zaman, biz değilsek kim" dedik.
Karaköy polis karakoluna geldik. Lambdaistanbul’un avukatı olan arkadaşımız karakola gelene kadar ‘polisin tüm ısrarlarına rağmen’ ifade vermedik. Biz de az biraz hak hukuk öğrenmiştik.

O esnada memurlar arasında bize telkinlerde bulunanlar oldu: ‘Şikâyet etseniz de bir şey olmaz. Gelin vazgeçin. Sabaha kadar sürer bu iş.’

Avukatımız geldiğinde kendimizi daha güvende hissettik. Derdimizi anlattık. Avukatımız komiserle konuştu. Ve içimizden üç kişi şikâyetçi oldu. Kalanımız da tanık.

Şişli Etfal'de sağlık kontrolü

Şikâyetçi olan üç kişi ekip otosuyla Şişli Etfal Hastanesine götürüldü. Provokatör amca ve onun arkadaşıyla birlikte.

Sağlık muayenesi olduk. Kısa sürdü. Çünkü doktor sordu, biz de yanıtladık. Darp yoktu, izi de olamazdı. Ama duyduğumuz onca iğrenç sözün ruhumuzu darp ettiği aşikârdı.
Tekrar karakola döndük. İfadeler verilecek, belgeler imzalanacaktı. Bu işlemlerin hepsi bittiğinde sabah 05.30 olmuştu. Şikâyetçi olan üç kişi, tanık olan 10 kişi bir sürü belge okumak ve imzalamak zorunda kalmıştık.

Her belge imzalama seansında memurlar ‘Boşuna zaman harcıyorsunuz’ diyerek ‘telkinlerine’ devam ediyorlardı. Görev aşkı başkaydı…

Karakolda ayna var

Karakolda geçirdiğimiz süre boyunca meraklı, şaşkın, anlamaz, tuhaf, aşağılayıcı, ciddiye almaz bakışlarla muhatap olduk. Ama alışıktık. Ne ilk, bir süre daha ne de son olacaktı…

İmzalar bitti. Belgeler bitti. İfadeler bitti. Sabrımız bitti. Biz bittik. Uykumuz geldi. Ama memnunduk. ‘Freak'ler/Tuhaflar’ geldi bakışlarıyla girdiğimiz karakoldan ‘İyi geceler’ dilekleriyle çıkıyorduk.

Bizim çıktığımız kapı, provokatör amca ve arkadaşının uzun süreceği kesin olan işlemlerinin başlangıcı demekti.

Gökten üç elma düştü: Örgütlenme, dayanışma ve mücadele

Karaköy’den tophaneye yürürken yorgun ama doğru bir şey yapmanın verdiği hisle atıyorduk adımlarımızı. Bunu yapmasaydık nasıl uyuyacağımızı kestiremiyorduk. İyi ki yaptık diyorduk.

Homofobi denen sinsi faşizme pabuç bırakmamak gerektiğini, onu geçmek için 100 km daha hızlı gitmek gerektiğini biliyorduk.
Geçen Cuma homofobiden, namustan, erkeklikten, maçoluktan, ırkçılıktan, faşizmden, erkten, nefretten müsemma bir linç girişiminin ortasında önümüzdeki iki yol arasından biz geri adım atmamayı seçtik.
Seçtik çünkü ‘nefes almak’ istiyorsak buna mecburduk. Seçtik çünkü hiçbir hak mücadele etmeden, ezilmek istenen başlarımızı inatla dik tutmadan kazanılmıyordu.

Gökten üç elma düşmüştü: Yaşadığımız şehirlerin sokaklarında özgürce yürümek, el ele tutuşarak şarkılar söylemek istiyorsak örgütlenmeli, dayanışmalı ve mücadele etmeliydik. Lami cimi yoktu!

Etiketler: insan hakları
nefret