20/01/2011 | Yazar: KAOS GL

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün Katar'dan "Yeni anayasayı, anayasacılar yapmayacak. Toplumun geniş katmanları yapacak.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün Katar'dan "Yeni anayasayı, anayasacılar yapmayacak. Toplumun geniş katmanları yapacak. Seçimden sonra bunu gerçekleştirebileceğimiz bir Meclis tablosu arzu ediyoruz." şeklinde bir açıklama yaptı.
 
Başbakan açıklamasında, "STK'lar, gençlik ve kadın kuruluşları, sendikalar, ekonomistler ve sosyal bilimciler bu anayasayı yapacak. En geniş anlamda katılım sağlayacağız.

Anayasacılardan son aşamada teknik yönden istifade edeceğiz. Şu anda STK'larda başlayan çalışmalar var. Bundan gurur duyuyoruz ve teşvik ediyoruz" diyordu.
 
Başbakanın hemen ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) yeni bir taslak iletme hazırlığındaki eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can'ın da kurucularından olduğu, Anayasa Çalışma Grubu'ndan (AÇG) avukat Mehmet Uçum ve Emekli Askeri Hâkim Ümit Kardaş açıklamada bulundular.
 
"Uganda bile yapmış da biz mi yapamayacağız" diyen hukukçular  "Bu devlet için toplum değil, toplum için devlet mantığıdır. Vatandaşı adam yerine koymaktır," müjdesini vermekte ve içinde, yüzde on baraj yüzünden meclise girebilse bile, yarı yarıya milletvekili kaybına uğrayacak Barış ve Demokrasi Partisi'nin de bulunduğu muhalefete, üst perdeden bu öneriyi destekleme çağrısında bulunmaktalar:
 
"Muhalefetten Türkiye'nin anayasasının toplum merkezli olmasını söylemesini bekliyoruz. Başbakan'ın açıklaması anayasanın hukuki belge olmadan önce siyasi belge olduğu gerçeğini kabul ettiğini gösteriyor.
Zaten anayasa yapmak, hukuk tekniğine göre hazırlanan metnin TBMM'de belli çoğunluklarla geçirilip sunulması olmadığı ortada. Başbakan da bunu ortaya koydu. Toplum kendi siyasal yapısında siyasal belge olan anayasayı ortaya koyacak, parlamento da bunu hukuki metne dönüştürecek. [Kemal] Kılıçdaroğlu, [Devlet] Bahçeli ve [Selahattin] Demirtaş gibi liderler de konuyu desteklemeli. Yeni anayasanın toplumun yapacağı anayasa olması istiyorlarsa, net bir tavır almalılar."

Başbakanın sözleri, Osman Can ve Mehmet Uçum'un, 8 Ocak 2011 tarihli  (Yeni Anayasa Mevcut Anayasaya Göre Yapılamaz) açıklaması ve 15 Ocak tarihli son açıklama, Anayasa Çalışma Grubu ile hükümetin ortak bir proje üzerinde fikir birliğine vardıklarını gösteriyor.
 
"Halksız halk katılımı" için icat edilen bu ikinci Zihni Sinir projesiyle, yüzde onluk seçim barajı ve halkın elini kolunu bağlayan, nefesini kesen siyasi yasaklarla girilen gayri-meşru seçim sürecine, muhalif ya da sol addedilen kesimlerin de desteğiyle meşruiyet kazandırılmak isteniyor.
 
Söylemdeki sağ popülizm
Hukukçuların,"Bu vatandaşı insan yerine koyma meselesidir. Dağdaki çobanın da anayasa hakkında söyleyecekleri vardır" ifadesindeki, sokaktaki adama seslenen, sağ popülizm, yalnız hükümetle algı ve söylem ortaklığını değil, "halka sorma" safhası da eksik olmayan totaliter rejimlere özgü, tarihte örnekleri bol bir meşrulaştırma pratiğinin de içselleştirilmiş olduğunu ifada etmekte.
 
Laf şimdilik oralara gelmedi ama; devrimci- demokratik muhalefet, bu kurguya karşı çıktığında, "destek" talebinin, kimi "liberal sol- aydın" kesimlerce "halkın anayasa katılmasına engel olmak istiyorlar", askeri vesayetin sürmesinden yanalar", " AKP karşıtlığı yüzünden demokratik anayasaya bile engel oluyorlar" şekline dönüştürüleceğini görmek için hayal gücü gerekmiyor, referandum sürecini anımsamak yeterli.
 
Otuz yıldır darbe anayasasıyla yönetilen, 12 Eylül'ün bütün kurumlarıyla sürdüğü, savaş koşullarından çıkmamış, kuruluşundan bu yana sivil bir anayasaya sahip olmamış bir ülkede, katılımcı bir anayasa yapmanın tek yolu yüzde onluk seçim barajını ve düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engelleri kaldırmak, yani seçim sürecini demokratikleştirecek bir dizi siyasi reform yapmak....
 
Seçim sürecini bir özgürlükler zeminine dönüştürmek, örgütlü toplumu azami düzeye çıkarmak, en dezavantajlı kesimlerinde temsil edileceği çözümlerle mümkün olacak en geniş mutabakatı sağlamak...
 
Anayasa Çalışma Grubu'nca desteklenen "Başbakanın Anayasa Modeli"nin,  bu hakikati gözden gizlemek için ortaya atıldığını görmek güç değil. Hem de demokratik bir anayasanın, en geniş siyasi temsilin barışın ön koşulu olduğu bir süreçte.
 
Başbakanın arzu ettiği tablo nedir
Star gazetesinin haberine göre, Anayasa Çalışma Grubu'nun açıklamasında "Başbakan'ın Anayasa Modeli"nin, dünyada daha önce pek çok noktada denendiği ve başarılı olduğu, halk katılımının önemi ve halka sorma yöntemiyle ile daha önce de dünyanın çeşitli ülkelerinde anayasalar hazırlandığı söyleniyor. Toplumsal süreç odaklı anayasaların Nikaragua, Tayland, Brezilya, Eritre, Uganda, Güney Afrika Cumhuriyeti, Ruanda gibi ülkelerde hazırlandığını belirtiliyor.  Güney Afrika Cumhuriyeti'nde halktan 2 milyon mektubun meclise geldiğini, Eritre'de köylerde insan hakları temsilcilerinin dolaşıp talepleri topladığını anlatılıyor ve  "Önemli olan sürece katılmaktır. Biz de toplumsal süreç odaklı anayasa yapacağız. Güney Afrika bunu yapmış da biz mi yapamayacağız?" deniliyor.
 
Yine aynı açıklamada, "AÇG olarak 32 ilde vatandaşa 'Nasıl bir anayasa istiyorsunuz" diye soracaklarını ve sonuçları da bir rapor halinde, 2011'in yeni TBMM Başkanı'na ve partilerine sunulacağı söylenmekte.
 
Destek olunması beklenen sürece şöyle bir göz atalım:  Kuruluşundan beri sivil bir anayasası olmamış, biri postmodern dört darbe, kanla bastırılmış üç büyük isyan görmüş, otuz yıldır savaşın sürdüğü bir ülkede, darbe anayasasının siyasi yasaklarıyla, seçime gideceğiz.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) referandumda olduğu gibi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) oylarını almak ve muhafazakâr, milliyetçi tabanını tutmak için militarist, milliyetçi, tutucu söylemi koruyup, arttırarak, kışkırtıcı bir söylemle seçime gidecek. " Tek dil- tek millet" türündeki seçim vaatlerini bolca dillendirecek.  Ateşkes süreci ve barış umutları, bölgede Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) kuyusunu kazmak için kullanılacak.
 
Kürtlerin demokratik siyaset yapmasının yolu KCK davaları, siyasi yasaklar yoluyla engellenecek, temsil edilmemenin yarattığı travma güçlenecek. Kürtlerin meclise girmemesi için muhafaza edilen yüzde onluk seçim barajı ile, temsilde adaleti ve anayasayı yapacak meclisin meşruiyeti zedelenecek.
 
AKP yüzde onluk barajla,  Toplumun bütün kesimlerinin, özellikle Kürtlerin ve temsilde dezavantajlı kesimlerin, adil temsil hakkını çiğneyerek, meclis çoğunluğunu ele geçirecek.  Bu arada Anayasa Çalışma Grubu'nun 32 ilde yapacağı toplantılarda ortaya çıkacak, anayasa önerileri, "halkın görüşü"nü temsilen anayasa çalışmalarına dahil edilecek, halk katılımının yerine ikame edilecek.
 
Zaten yasaklardan nefes alamayan toplumun bu modele gönül vermesi sağlanırsa, sokaktaki itiraz da engellenip, pasifize edilecek.
 
Başbakanın Anayasa Modeli'ne eklemlenenler,  diğerlerini darbeci, vesayetçi, halk düşmanı vs olarak damgalayıp, gazete köşelerinden ya da " bizi niye çağırıyorlar acaba, bit  pazarına nur falan mı yağdı" demeden, kanal kanal gezerek veryansın edecek.
 
Sonra tıpkı referandumdaki gibi desteklenebilecek maddelerle, desteklenemeyecek maddeler aynı torbaya konularak " halk oylamasına" gidilecek, yine referandum da olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin ve toplumsal muhalefetin itirazları göz ardı edilerek "halka sorma " yoluyla "seksen yıldır ihtiyacımız olan ve barışı sağlayacak anayasa" ortaya çıkarılacak. Başbakanın bu anayasa modelinin gerçekten de dünyanın birçok ülkesinde şu veya bu tarihte başarıyla uygulanmış olduğuna hiç şüphe yok.
 
Uganda, Güney Afrika "bile" yapar; ama biz yapamayız
"Uganda bile", "Güney Afrika bile",  yeni ve demokratik anayasa yapar, biz yapamayız. Çünkü bu ülkelerde anayasa yazım sürecinde yapılan, yalnızca, halkla "mektuplaşmak" ve köy köy dolaşmak değil, bu süreçlerin en önemli ortak yanı, anayasa yazım süreçlerinde yapılan seçimlere, siyasi yasakları kaldıran reformlarla girilmesi.

Biz bu adımı atmadık, tam tersine hukukçular eliyle projeler icat ederek bu adımın atılmasına engel olmaya çalışıyoruz. Yüzde onluk seçim barajını saymıyorum, çünkü dünyada örneği yok. Özellikle askerlerin sivil yönetim üzerindeki vesayetini kaldırmak isteyen askeri yönetimden çıkan ve ülkedeki farklı kimlik gruplarının çatışma halinde olduğu İspanya, (Bask Ülkesi- Bask Vatanı ve Özgürlüğü Örgütü/ETA), İngiltere ( İrlanda -İrlanda Cumhuriyet Ordusu/IRA) ve ırkçı rejimden çıkan Güney Afrika'da tarihsel, sosyal koşulların farklılığına rağmen barış süreci benzer bir şekilde gelişti.
 
İspanya anayasasını yazma sürecinde, kapsamlı bir genel af yaptı, yasadışı addedilen siyasi partiler yasallaştırıldı ve siyasi bir reform yasası çıkartılarak demokratik genel seçimlerin yapılması sağlandı. Hükümetin ilk icraatı, genel seçimlerin tarihi açıklamak ve dernek toplantı ve gösterilen serbestleştirilmesiyle ilgili bir yasa benimsemekti.
 
Kuzey İrlanda da süreç tıpatıp aynı biçimde işledi.  Siyasi yasaklar kaldırıldı, Sinn Fein seçime girdi. Parlamento da geniş ölçüde temsil edildi. Güney Afrika'da, Mandela özgürlüğüne kavuşturuldu. ANC  ( Afrika Ulusal Kongresi) meşru bir güç olarak bütün anayasal süreçte yer aldı. Siyasi yasaklar kalktı, ülkede herkesin özgürce yeni anayasayı tartışması sağlandı,seçime böyle gidildi.

Evet, özellikle Afrika ve Latin Amerika örneklerinde köy köy dolaşıldı, radyo programları yapıldı, broşürler dağıtıldı,  toplantılar yapıldı.  Ancak hepsinde öncelikle siyasi yasaklar kaldırıldı.  Bütün toplumsal güçler anayasa sürecine dahil edildi, siyasi genel af çıkartıldı.
 
Şimdi bu anayasa süreçlerinin ruhu olan, siyasi reformlar, yeni anayasayı yazacak meclisin seçilmesi sürecinden yalnızca hükümetin değil, kendilerini demokrat- muhalif hatta sol addeden "hukukçuların" da el çabukluğuyla çekip alınıyor, geride kalan - herhalde bayağı da keyifli geçecek-  köy gezmesi safhası, "demokratik anayasa süreci işte böyle olur" diyerek önümüze sürülüyor.
 
Halk nasıl konuşacak?
Yüzde 10'luk baraj, halk katılımının önündeki en büyük engelken, gerçekten hayret uyandıran bir pişkinlikle, "halk katılımını sağlayacak bir meclis tablosu arzu ediyoruz" diyen başbakan yetmiyormuş gibi,  "hukukçular" da başbakanın hemen yanında durmuş parmaklarını sallıyor: "Ben yeni anayasa istiyorum demekle olmaz. Anayasanın hangi sorunları çözmesi gerektiğini tek tek söylemek lazım... Halk kendinin kurucu olduğunu söylemelidir. Burada önemli olan halk adına konuşmak değil halkın konuşmasını sağlamaktır. Bizler de halkın parçası olarak elbette sözümüzü söylemeliyiz. Halk arasından söylemek başka halk adına söylemek başkadır." ( 15 Ocak 2011- Star gazetesi "Uganda bile yapmış biz mi yapamayacağız" başlıklı haber)
 
Peki, fikir, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünde anayasa ve yasalardan kaynaklanan sayısız yasak varken, halkın fikrini ve kanaatini oluşturması, özgürce anayasa süreçlerine katılması, itirazları ve karşı görüşleri dinlemesi, toplantı ve gösteri yapması nasıl mümkün olacak?
 
Hâlâ 12 Eylül'ün düşünce ifade ve örgütlenme özgürlüğüyle ilgili kısıtlamalarının sürdüğü, hatta Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve bu konuna yapılan eklerle durumun neredeyse daha beter olduğu bir ortamda, insanlar anayasa konusunda nasıl düşüncelerini oluşturacak, anayasal hak ve özgürlüklerden nasıl haberdar olacak, karşıt fikirleri nasıl dinleyecek? Kendi fikrini nasıl oluşturacak? Fikirlerini nasıl açıklayacak, sesini nasıl duyuracak, taleplerini nasıl dile getirecek, nasıl baskı oluşturacak, nasıl gösteri, eylem yapacak?
 
Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk üç maddesinden kaynaklanan yasaklarla mı?  12 Eylül'ün ürünü olan, Siyasi Partiler Yasası'yla, Dernekler Yasası'yla, Sendikalar Yasası"yla, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Yasası'yla, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası"yla, internette rekor seviyesine ulaşan kısıtlamalarla, hapisteki gazetecilerle, birçok yayın organının kapatılması neden olan Basın Yasası'yla mı? Türk Ceza Kanunu'nun( TCK) 301. maddesiyle mi? ( Türklüğü, cumhuriyeti, TBMM'yi, hükümeti, devletin yargı organları, askeri ve emniyet teşkilatını aşağılama) MazlumDer Diyarbakır Şubesi raporuna göre, TCK'da ifade özgürlüğünü ilgilendiren en az kırk madde bulunmakta.
 
İfade özgürlüğü ne demek?
Ülkede, ifade özgürlüğünden, Başbakanın hoşuna giden şeylerin söylemek anlaşılsa, bir kesim için bu gerçekten özgürlük ve kollanma anlamına gelse de, ifade özgürlüğü uluslar arası hukukta böyle tanımlanmıyor.
 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) Türkiye'yi mahkum eden kararlarıyla Birleşmiş Milletler (BM) raporları hep aynı noktayı vurguluyor. Yani fikir ve ifade özgürlüklerinin, kabul gören veya zararsız veya kayıtsızlık içeren "bilgiler" veya "fikirler" için değil, aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerli olduğu" söylenmekte.
 
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Yüksek Mahkemesi kararında, "düşünce açıklaması, bir huzursuzluk, kurulu düzenin koşullarından, hoşnutsuzluk yarattığı, hatta kişileri kızgınlığa sürüklediği zaman, amacına en iyi biçimde hizmet etmiş olur" deniyor,
Güney Afrika, İspanya ve İngiltere'de barışın kurulması ve/veya demokratik anayasa sürecinde yapılan siyasi reformların, Türkiye'de yapılmaması, dünyada bir örneği daha olmayan yüzde 10 seçim barajının kalkmaması için, bu  "hukukçuların" öne sürebileceği tek bir neden var mı?
 
Söylenmek istenen belki de şu; İşte seçimden sonra demokratik anayasamız olunca bu yasaklardan bir kısmı kalkacak. Şimdi, maalesef, eldeki anayasa bu, yasalar bu, bunlarla seçime gideceğiz. Bu seçimden sonra AKP'nin arzu ettiği "halk katılımını sağlayacak tablo" oluşursa ne ala... Aman biz de destek olalım, elbirliğiyle bu tabloyu oluşturmaya gayret edelim.
 
Terörle Mücadele Yasası Kürtlerin anayasal sürece katılmasına engel
Yeni anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran en önemli konu, Kürtlerin kimliklerini ve kültürlerini koruyarak, anadillerini konuşup geliştirerek ülkenin eşit haklara sahip vatandaşları olarak var olmak için otuz yıldır verdiği mücadeleyken, yeni anayasa yazma süreci özellikle Kürtlere karşı kullanılan yasak ve cezalarla örülmüş durumda.
 
İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (Human Rigths Watch/HRW) 2010 Kasım'ında yayınlanan raporuna göre,  Türkiye'de yüzlerce kişi "terör bağlantılı suçlar"dan yargılanıyor ya da hali hazırda ağır cezalar almış durumda. "Suçları" ise barışçıl protesto eylemlerine katılmak ya da gösterilerde taş atmak veya lastik yakmak gibi fillerde bulunmak.
 
2005'ten bu yana yapılan yasal değişiklikler ve 2008'den beri var olan içtihatlar sayesinde Türkiye'de mahkemeler göstericileri ağır terörle mücadele yasaları uyarınca, Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) iki maddesini Terörle Mücadele Kanunu'yla birlikte kullanarak, mahkûm edebiliyor.
 
Rapora göre, "Terörle mücadele yasaları çerçevesinde yargılanmakta olan göstericilerin büyük çoğunluğu Kürt ve bu yasalara başvuran mahkemeler genellikle Kürtlerin yaşadığı Güney Doğu Anadolu bölgesi ile Adana ve Mersin gibi yoğun Kürt nüfusun bulunduğu iller. Kanaat ve ifade özgürlüğü ile gösteri yapma özgürlüğünün meşru kullanımını da suç olarak addeden bu yasalar uluslararası hukuku da ihlal etmekte. "
 
İnsan yaşadıkça neler görüyor!  İster misiniz, resmi törenlere öğrencilerin götürülmesi gibi, bu anayasa toplantılarına katılım da mecburi tutulsun. " Terör örgütünün" kışkırtmasıyla ya da, "Güney Afrikalılar kadar bile" olamadıklarından toplantılara gitmeyenlere "yeşil kartınızı iptal ederiz!" densin, en azından para cezası kesilsin.
 
Seçim barajının kaldırılmasının önünde bir engel var mı?
Anayasa Çalışma Grubu'nun, hem 8 hem de 15 Ocak tarihli açıklamalarında seçim barajı ve temsil konusunda hafif bir vurgu olduğu halde, barajı kaldırılması yönünde bir talebin gelmemesi, tam aksine yüzde 10'luk barajın, bu sürecin kesin ve değişmez bir unsuru olarak addedilmesi dikkat çekici.  Referandum sürecinde de hemen hemen aynı yol izlenmiş, bütün toplumsal kesimler, seçim barajı konusunda birleşmişken, "bu anayasayı değil, seçim yasalarını ilgilendirir, bunu değişikliğe ekleyecek zaman kalmadı" mealinde sözler sarf edilmişti.
 
Peki, bir anayasa değişikliğiyle seçim barajını kaldırmak mümkünken, başbakanın anayasa modeline alkış tutmak yerine, "katılımcı anayasa istiyorsan, barajı kaldır" demeye dili varmayan Anayasa Çalışma Grubu, gerçekten barajın kaldırılmasını istiyor mu?
 
İstemiyorlar. Referandum öncesinde de hazır AKP çoğunluğu varken, bu "demokratik" değişiklikleri yapalım zihniyetiyle hareket ettiklerini ve bunu açıkça ifade ettiklerine göre, demokratik dönüşümün başka bir yolunun olmadığını düşünüyorlar.
 
Sanıyorum şöyle bir kanaat geliştirmişler, ülkede bir askeri vesayet ve bunun çevresinde bir ideolojik ittifak var ( ulusalcılar-kimi solcular-MHP vs). Barajı kaldırılırsa AKP meclis çoğunluğunu elde edemeyecek ve yeni seçilen meclis başbakanın arzu ettiği "halk katılımını sağlayacak" tabloyu arz etmeyecek.
 
12 Eylül'ün yaptığı zihinsel tahribatın etkisiyle büyük toplumsal güçlerin ardında mevzilenmekten başka bir çıkar yol göremeyen bu kesimler, ülkeye demokrasiyi ve askeri vesayeti kaldıracak olanın AKP olduğuna iman etmiş durumda.
 
Peki,  çarpık ve adaletsiz temsilin sonuçlarını "siyasi istikrar" giderek artan yoksullaşma, gelir dengesizliği, açlık, ülkenin bütün yasal ve toplumsal denetim mekanizmalarından "kurtulmuş" bir çoğunluk partisi tarafından yağmalanması anlamına gelen kalkınma-büyüme safsatasını "ekonomik istikrar" diye tanımlamak olası mı?
 
Referandum öncesi ve sonrasında çeşitli yazılarda, demokratik dönüşümü AKP'li meclis çoğunluğundan beklemenin, halkla duyduğu güvensizlik ve tepeden inmeciliğiyle darbeci zihniyetten hiçbir farkı olmadığını söylemiştim.
 
Baraja sözde karşı çıkılıyor; çünkü "baraj kalsın" demenin savunulur bir yanı yok. Ama barajın kalkması mümkünken, mecliste bekleyen ve en azından mutabakat sağlanmış daha düşük oranda baraj talep eden öneriler varken, toplumsal muhalefetin bu denli ortaklaştığı bir konu için mücadele edilmiyor.
 
Bunun yerine, içten içe bu durum destekleniyor ve başbakanın anayasa modeli ortaya atılarak, hasıraltı ediliyor ki,  "darbeciler, askeri vesayetçiler", "başbakanın arzu ettiği, halk katılımını sağlayacak meclis tablosu" nu bozup, "tek dil-tek millet" vaadiyle seçime hazırlanan başbakanın yapacağı, "demokratik anayasaya" engel olmasın.
 
Halk adına konuşacak olanlar kim?
Anayasa Çalışma Grubu'nun önerilerinin "halka sorduk" diye hazırlayacağı raporlarda öne sürecekleri içinde demokratik önerilerin olmayacağını ileri sürmüyorum.  Yalnızca 32 ilde yapılacak olanın, halk toplantılarına katılacak insanların hukukçuları dinlemesinden ibaret olacağını, hâlâ 12 Eylül'ün ideolojik-siyasal -toplumsal bütün yapılarıyla hüküm sürdüğü bir süreçte örgütsüz ve sindirilmiş bir toplumun kendini " hadi görüşlerinizi söyleyin" denilecek yapılacak anayasa toplantılarında ifade edemeyeceğini öne sürüyorum.
 
Bunun iddia edilenin aksine "halka sormak" değil,  "halkın görüşünün yerine, kendi görüşlerini" koymak olduğunu, halkı anayasa sürecinden dışlamak anlamını geldiğini, örülmeye çalışılan sürecin kendisinin anti-demokratik ve hukuk dışı olduğunu söylüyorum.
Ancak, "Kafasız solcuların" ve darbecilerin cirit attığı bir ülkede, gerçek demokratlığı ve solculuğu kendine vehmetmekten beslenen kibir,  bas bas bağıran elitizm,  eleştirilenin yerine konulanın aslında tıpatıp aynı olduğunu gösteriyor.
 
32 ilde gezmenin ise yalnızca AKP'nin memleketi ateşe atmak pahasına sürdürmekte ısrar ettiği bu gayri meşru süreci meşrulaştıracak bir "dostlar alışverişte görsün" hamlesi olacağını ve epey de pahalıya patlayacağını görmek güç değil.  Nasıl olsa karşılanacak masraflardan dolayı değil de, sonuçları itibarıyla.
 
Çünkü baraj ve siyasi yasaklar yetmiyormuş gibi "başbakanın anayasa modeliyle"  12 Eylül'ün yasaklarına rağmen var olabilmiş sivil toplum örgütlerinin de by-pass edilmesiyle oluşacak anayasa, ne demokratik, ne de meşru olabilir, ne toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilir ne bir mutabakat metni olabilir. En önemlisi bu ülkeyi barışa götüremez.
 
Başbakan'ın Anayasa Modeli'nin esasları nelerdir?
Bu denli sitayişle ile söz edilen "Başbakanın Anayasa Modeli"ne gelince, Başbakanın gerçekten de bir "anayasa modeli" var, meclis çoğunluğunu ele geçirmek, önünde yüksek yargı, yüksek mahkemeler, anayasal denetim mekanizmaları gibi engeller olmadan, yalnızca bu toprakları, üstünde yaşayan bütün canlıların yaşam hakkı pahasına, küresel sermayenin çıkarlarına alabildiğince peşkeş çekmek.
 
Ormanları, dağı taşı, akarsuları yağmalamak, taş taş üstünde koymamak, sağa sola nükleer santraller dikmek, kentsel dönüşüm adı altında, şehirleri yoksullara dar etmek.  Toplumu adım adım muhafazakârlaştırmak. Bunların önünde tek engel olan toplumsal muhalefeti yok etmek. Modelin temel esaslarını bunlar teşkil ediyor.
 
Bu nedenle anayasa süreçlerine halkı dışlıyor, bu nedenle düşünce ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engelleri kaldırmıyor. Toplumun aktif olarak hak arama süreçlerine katılması yerine, kendini "sol" addeden kesimleri de dahil etmeyi başardığı bir yöntemle,  toplumsal muhalefet yok edilmeye, toplum hak aramaya değil, sadakaya alıştırılmaya çalışılıyor.
 
Başbakanın bir anayasa modeli var. Bu modeli uygulamaya referandum öncesinde başladı. Referandum öncesi AKP ve AKP'nin stratejik ortağı olan bazı kesimler eliyle, BDP'nin Kürt halkını temsil etmediği yolunda bir kampanya yürütüldü.
 
Kürt illerinde AKP'nin tek ciddi rakibi BDP. AKP meclisteki "bölge milletvekillerinin" büyük kısmını yüzde 10'luk baraja borçlu... BDP ülkedeki en büyük sol- muhalefeti gücü temsil ediyor.  AKP'nin ülke ölçeğindeki yağma projesinin önünde, örgütlü, geniş bir tabana ve 12 Eylül öncesinin siyasi hafızasına sahip neredeyse tek güçlü engel Barış ve Demokrasi Partisi.

Bu süreçte de,  referandum öncesinde AKP'nin stratejisine ortak olan gruplar aynı işlevi sürdürecek, Barış ve Demokrasi Partisi'nin bölgede gücünün olmadığını, halkı temsil etmediği söylemini yaygınlaştırılacak... Bunlar da, vatan, millet için, demokrasi için değil sermayenin çıkarları için yapılacak. Yüzde 10'luk seçim barajını sessiz kalınarak ortak olunan oyun esasen bu.
 
Bu oyunun dışında kalacak devrimci-sol muhalefet aynı referandum öncesindeki gibi kriminalize edilecek, hapishanelere doldurulacak.
 
Başbakanın bir anayasa modeli var. Başbakan, "dünyanın çeşitli ülkelerinde de başarıyla denenmiş bu modeli" referandum öncesinde yürürlüğe koydu.
 
Barışın ve demokratik yaşamın yolu demokratik bir anayasa
Bugün barışı örmenin, farklı siyasi görüşlere, dini inançlara ve inançsızlıklara, farklı kimlik ve aidiyetlere, farklı cinsiyet ve cinsel yönelimlerine, yaş ve engellik hallerine bakılmaksızın herkesin eşit biçimde var olabileceği demokratik bir yaşamı oluşturmanın, emek haklarını savunabilmenin yoksullukla mücadele hakkına sahip olabilmenin, ekolojik yıkıma karşı yaşam alanlarımızı ve bu topraklardaki bütün canlıların yaşam haklarını savunabilmenin yolu demokratik bir anayasayı hayata geçirebilmek.
 
İlk sivil anayasasını yapmaya hazırlanan ülkede, barajın kaldırılması, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önünün açacak siyasi reformların ivedilikle hayata geçirilmesinin yanı sıra, temsilde sorun yaşayan, ayrımcılığa maruz kalan grupların anayasa hazırlık sürecinde adil temsil olanaklarını yaratacak kurumsal önlemlerin de alınması gerekiyor.
 
Anayasa hukukçuları bu süreçlerde temsil adaletinin sağlanması ve kadınların,  LAMBDA ve Kaos-GL gibi Lezbiyen, gay, biseksüel ve transcinsiyet (LGBT) bireylerinin örgütleri, göçmen hakları, vicdani ret ve anti-militarist grupların, farklı siyasi görüşlerin, Alevi örgütlerinin, dini ve etnik azınlıkların, ekoloji-çevre örgüt ve partilerinin anayasanın yazım sürecine katılmaları için kota uygulamasını öneriyor.
 
Sivil toplumun asli unsurlarından olan meslek örgütlerinin, sendika ve emek örgütlerinin, üniversitelerin anayasa yazımı sürecine katılımı ve anayasayı hazırlayacak komisyonlarda temsilinin elzem olduğu yine anayasa hukukçuları ve siyaset bilimciler tarafından önemli vurgulanıyor.
 
Baraj kaldırılsın ya da kaldırılmasın, demokratik yaşamdan ve barıştan söz edilebilecekse hedeflerini Kürt halkıyla büyük ölçüde ortaklaştırmış ve büyük bir temsil gücüne sahip Barış ve Demokrasi Partisi'nin geçen 30 yılda olağanüstü zulüm baskı ve yasaklar da göz önüne alınarak, kota yoluyla anayasa komisyonlarında güçlü bir biçimde temsili de büyük önem taşıyor. Yanı sıra, Haklar ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) ve Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) gibi oluşumlar da unutulmamalı.
 
12 Eylül darbesinin amacı, örgütlü toplumu yok etmekti. Eğer yapılan yeni bir 12 Eylül anayasası olmayacaksa, örgütlü toplumun sonuna kadar yer aldığı bir anayasa sürecini örmek gerekiyor. Kaldı ki, yıllardır sivil toplum örgütleri ve anayasa platformları, anayasa çalışmaları yapıyorlar. Bu platformların bütün dezavantajlı kesimleri kapsayacak şekilde anayasa hazırlık komisyonlarına dahil edilmesi ve kota uygulamasıyla temsili sağlanmalı.
 
Başbakan açıklamasında sivil toplum örgütlerinden söz ediyorsa da, bunlardan neyi kastettiğini anlamak güç. Mesela kadınlarla ilgili toplantılara dahil ettiği, kimilerinin yöneticileri erkek olan STK'lar mı,  301. Madde konusunda "bu maddede sorun yok" raporu veren STK'lar mı? Başbakanın;  ekonomik sosyal konseyi işlevsiz kılmak için,  meslek örgütleri yerine çağırdığı STK'lar mı? Hangisi? Çünkü referandum sürecinde bu ülkedeki belli başlı sivil toplum örgütleri çıkar ve söylemlerinin farklılığına rağmen seçim barajının kaldırılması, siyasi partiler kanunun değiştirilmesi, fikir ve ifade özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması gibi başbakanın hoşuna gitmeyen bazı konularda ortaklaştılar.
 
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Türkiye Sanayicileri ve İş Adamları Derneği (TUSİAD), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) bünyesinde çok sayıda anayasa çalışma grubu oluştu ve birçok talep ortaya çıktı. Yaklaşık otuz yıldır sürdürülen feminist mücadelenin bütün birikimini taşıyan ve çok güçlü bir temsili yapısı olan Anayasa Kadın Platformu bunların en etkili olanlarından biri.
 
Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki anayasa komisyonunca hazırlanan anayasa taslağına bazı anayasa platformlarının talepleri bir ölçüde dahil edildi, referandumda oylanan anayasa değişikliğinde ise bunlar dikkate alınmadı.
 
Sivil toplumun oluşturduğu bu platformların çok uzun bir zaman ve emek harcayarak, çok sayıda kurumu, kuruluşu, kişiyi bir araya getirerek ortaya çıkardığı mutabakat metinleri göz ardı edilmemeli. Bütün anayasa platformları anayasanın yazım süreçlerine, komisyonlar ve başka etkili mekanizmalar oluşturularak dahil edilmeli.
 
Otuz yıldır savaşın sürdüğü bir ülkede, demokratik anayasa, barışın kurulmasının tek yolu.
Anayasayı yazacak meclisin oluşturulma sürecinin acilen hayata geçirilecek siyasi reformlarla,   bir özgürlükler zemini haline getirilmesi, barajın kaldırılması ve kotalar yoluyla en geniş temsilin sağlanması gibi adımlar, toplumsal bir mutabakat metninin oluşabilmesi için elzem.
Demokrasiden, barıştan, hak ve özgürlüklerden yana güçlerin destek vereceği anayasa modeli de başbakanın ki değil, budur.
 
Faydalı kaynaklar
Human Rights Watch Kasım 2010 raporu.
 


Etiketler: yaşam, siyaset
nefret